HAYAT |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Domates neden meyvedir?
Genellikle meyveler çig olarak (tabii yikandiktan sonra),sebzeler ise pisirildikten sonra yenilir. Bu da bazi yiyeceklerin meyve mi, yoksa sebze mi olduklarina dair karisikliklara yol açar. Örnegin domates salatada çig olarak yenilebilir, bunun yaninda tencere yemegi olarak dolmasi da yapilir. Bu durumda domates meyve midir, yoksa sebze mi? Genel kaninin ikincisi olmasina ragmen aslinda domates bir meyvedir.
Çarsi, pazar anlayisina göre, tabiatta bulundugu sekilde yenilen ve tadi tatli olan yiyecekler meyvedir. Çarsida, pazarda, marketlerde elma, çilek, üzüm ve muz meyve olarak kabul edilirlerken, taze fasulye, domates, kabak ve patates, sebze reyonlarinda bulunur.
Ancak bilim insanlari, yani botanistler, sebze-meyve ayirimini böyle yapmiyorlar. Onlara göre meyve, içinde etli veya kuru, çogunlugunu çekirdek diye adlandirdigimiz, kendi tohumu veya tohumlan bulunan yiyecektir. Bu tanima göre kayisi, seftali, üzüm, taze fasulye, domates, salatalik (hiyar) ve benzeri gida maddeleri teknik olarak meyvedir. Yani kisaca çekirdegi olan tüm yiyecekler meyvedir. Geriye kalanlar, yani patates, havuç, salgam, sogan, sarimsak gibi bitki kökleri, lahana, marul gibi bitki yapraklan, hatta aslinda bir çiçek olan karnabahar bile birer sebzedir.
Bu arada belirtmekte fayda var; biz bitkilerin degisik kisim-lanni yeriz. Örnegin, maydanoz yetistigi bitkinin yaprak kismi iken, karabiber agacin meyvesi, tarçin kabugu, susam ise bitkisinin tohumudur.
Lavabodan su neden saga dönerek bosaliyor?
Lavabonuzu veya küvetinizi su ile doldurun ve tikaci aniden çekin. Su düz olarak delikten bosalmayacak, döne döne bir hortum olusturacak sekilde bosalacaktir. Bu dönüs yönü kuzey yarimkürede saga dogru, yani saat yönünde, güney yarimkürede ise tam tersidir. Bilim insanlari buna 'Coriolis' kuvveti diyorlar.
Her iki yarimkürede böyle birbirine ters yönde hava akimlarinin ve okyanus akintilarinin oldugu herkes tarafindan kabul ediliyor da, bir lavabodan bosalan suda, böyle küçük bir ortamda dünyanin dönüsünün etkili olup olamayacagi tartisma konusu.Dünya kendi etrafinda dönerken her tarafindaki hiz ayni degildir. Ekvatordaki biri, bir günde dünya çapi kadar yani 40.000 kilometre giderken bir diger ifade ile saatte 1670 kilometre hizla yol alirken, tam kutuptaki bir insan sifir hizla sadece kendi etrafinda dönmektedir. Ayni sekilde gökyüzünde asili gibi duran bulutlar rüzgarin etkisini katmazsaniz yere göre hareketsizdirler ama altlarindaki kara parçasi ile birlikte dönerler. Bu durumda ekvatordaki bulutlar da kutupdakilere nazaran hizli dönmektedirler.
A'yi ekvatorda, B'yi ise onun tam kuzeyinde 45 derece paralelinde iki nokta olarak düsünelim. Bir top mermisini A'dan tam kuzeye nisanlayip attigimizda, atis sirasinda ekvatorun dönüs hizi B noktasina göre neredeyse iki kat olacagindan mermi B noktasinin dogusuna gidecektir.
Ayni sekilde kuzey kutbundan hemen hemen hareketsiz bir konumdan tam güneye atilan bir mermi 45 paralelinde dünya dönüs hizi daha çok oldugundan bu sefer hedefin batisina düsecektir. Yani kuzey yarimkürede kuzeye veya güneye atilan her sey atanin konumuna göre saga gitmektedir. Bu durum güney yarimkürede ise sola dogru gerçeklesmektedir.Her iki yarimkürede kuzey - güney dogrultusunda hareket eden hava akimlari ve okyanus akintilari bu durumdan etkilenirler. Kuzey yarimkürede saga, güneyde sola dönerler. Ancak bu, dünya yüzünde büyük bir ölçekte okyanuslarin dibindeki sürtünme ve bulutlarin, hava akimlarinin üzerinde bulunduklari yerle birlikte hareket etmelerinin etkileriyle olusan bir tabiat olayidir.Bilim insanlari bunun lavabo veya küvet gibi nispeten mik-ro ölçüde de mümkün olup olmadigini hala tartisiyorlar. Bir kismi burada suyun musluktan çikis sekil ve hizinin, lavaboya düstügü noktanin, lavabonun ve suyun gittigi yerin yapisinin etken oldugunu söylüyorlar, digerleri de ideal sartlarda 50 kere deney yapin ve görün diyorlar. Haydi banyoya, bilimsel deney yapmaya...!
Biber neden acidir
Biber aci degildir. Aci, tatlinin tersidir ve aciya örnek olarak kivinin veya greyfurdun tadi gösterilebilir. Biber aci degil yakicidir. Bunun tersi ise serinletici olup, buna da örnek olarak nane veya mentol gösterilebilir.
Biberin yakiciligi, içinde bulunan kapsaisin adi verilen bir tür bilesikten kaynaklanir. Bu maddenin büyük bir kismi, biberin etli kisminda ve tohumlarinda bulunur. Bu nedenle ucu pek yakici olmayan biberin, yenildikçe yakiciligi daha çok hissedilir.
Kapsaisin maddesi bibere yakicilik vermekle kalmaz, cilde temas ettiginde tahrise de yol açar. Hatta bu özelliginden dolayi bazi romatizma ilaçlarinin formüllerinde de kullanilir.
Yesil biber kirmizi olanindan daha yakici degildir. Yakici biberler koyu renkli ve çok sivri uçludur. Biberler A ve C vitaminleri bakimindan çok zengin olup, sicak havada yenilen yakici biberler insani terletirler ve terin buharlasmasiyla insanda bir serinlik hissi duyulur.
Buna karsin, biberin içindeki kapsaisin maddesi, insanda tükürük salgisini da arttirir, solunum ve kan basincinda degisimler yaratir, bagirsaklarda emilimin azalmasina yol açar.
Hayvanlar üzerinde yapilan deneyler sonucunda, diger kanserojen maddelerle birlikte alindiginda, karaciger kanserinin ortaya çikmasinda, hizlandirici rolü oldugu konusunda ciddi kuskular vardir.
Biberden agzimiz yanica çogumuz hemen su içeriz ve bir ise yaramadigini görürüz. Peki nasil oluyor da, biberin yakici tesirini su gideremiyor? Sebebi basit, yag ve su kesinlikle birbirlerine karismaz. Biberlerin yakicilik veren maddesi yagli oldugu için, ne kadar su içerseniz için onunla birlesmez. En iyi metot ekmek yemektir. Ekmek bu yagi absorbe eder ve mideye tasir.
Bir diger etkili yol da süt içmektir. Sütün içindeki kasein maddesi bir deterjan görevini üstlenir, biberin yagi ile karisarak agzi temizler. Bu da yeterli degilse raki içilmesi önerilir. Raki da diger alkol içeren sivilar gibi yagi çözer ve sorunu giderir, ama sonuçlari ertesi sabah ortaya çikacak baska sorunlar getirir.
Paslanmaz çelik neden paslanmaz?
Çelik ile demir arasinda çok az bir fark vardir. Saf demir bir bakir kadar yumusaktir. Onun içine yüzde 2'ye kadar karbon katilmasi ile inanilmaz bir mukavemet, sertlik ve mekanik özellikler elde edilir ki, adi artik çeliktir. Demirin bol olmasi, kolay ve ucuz elde edilmesi nedeniyle çeligin de kullanimi çok yaygindir. Ancak çelikte de, demirde olan bir zayif nokta vardir. Paslanma, diger bir deyisle oksidasyon.
Günlük hayatimizda kullanilan esyalarin paslanmasi sonucu her yil dünyada milyonlarca dolar bosa gitmektedir. Bu kaybin büyük bir kismi demir ve çeligin paslanmasindan dolayidir. Paslanmayi kisaca demirin havadaki oksijen ile birlesmesi olarak tanimlayabiliriz. Aslinda bu elektro kimyasal bir reaksiyondur. Bu nedenle malzemenin bir yerinde baslayan paslanma boyanin altindan geçerek diger bir yerde ortaya çikabilir.
Sadece demir ve çelik degil diger metaller de paslanir. Örnegin, alüminyum, prinç, bronz gibi. Ancak onlarda malzeme ile oksijenin birlesmesinden olusan çok ince tabaka, daha olusur olusmaz malzemenin hava ile temasini keserek koruyucu bir rol oynar, paslanmanin ilerlemesini önler. Bu tabaka o kadar incedir ki, malzemenin rengi hemen hemen degismez. Demirdeki paslanmanin özelligi onun ve oksijen atomlarinin boyutlarindaki büyük farktan dolayi yüzeyde saglam bir birlesme olamamasi, paslanmanin malzemenin içine nüfuz etmesi, sadece görüntü degil mukavemetin de bozulmasidir.
Paslanmada havadaki nemin de etkisi büyüktür. Reaksiyondaki su miktari pasin rengini de belirler. Bu nedenle pasin rengi siyah veya çok koyu kahverengi olabildigi gibi sarimtirak da olabilir. Paslanmanin hizini artiran faktörlerden bir digeri de tuzdur. O da bu elektro-kimyasal reaksiyonun hizini arttirir. Kisin kar nedeni ile yollarina tuz dökülen yerler ve deniz kenarlarinda paslanma daha hizli olur.
Paslanmaz çelikten önce, paslanmayi önlemek için malzeme boyaniyor veya galvaniz kaplaniyordu. Bu çözümler de özellikle saglik ve gida sektöründe baska sorunlar yaratiyordu. Ilk paslanmaz çeligi Harry Brearley, 1913 yilinda tesadüfen kesfetti. Tüfek namlulari için çesitli metalleri birlestirerek deneyler yaparken bazilarinin paslanmaya karsi dirençli olduklarini gördü. Her büyük bulusta oldugu gibi, o da bunu sanayicilere kabul ettirebilmek için uzun bir ugras verdi.
Krom gibi bazi metaller, atom boyutlarinin birbirine yakin olmasindan dolayi oksijenle çok kolay ve süratli birlesirler. Kalinligi birkaç atom olacak kadar çok ince ama çok saglam bir tabaka olustururlar. Baska reaksiyon olmaz. Bu tabaka zedelense bile tekrar olusur. Krom belli bir oranda çelige katilirsa yine ayni olay olur, çelik artik paslanmaz.
Paslanmaz çeligin içinde yüzde 10-30 krom vardir. Bu orana ve eklenecek nikel, titanyum, aliminyum, bakir, sülfür, fosfor ve benzeri elemanlara bagli olarak kullanim yeri degisir.
Silah susturuculari nasil çalisir?
Filmlerde görmüssünüzdür. Aslinda kulaklara zarar verebilecek kadar yüksek olan silah sesi, silahin ucuna takilan boru gibi çok basit bir madeni parça ile neredeyse isitilemeyecek kadar, çok düsük bir seviyeye indirilebilmektedir.
Gerçekten de susturucular silahin sesini çok aza indirirler ve de çok basit bir prensibe göre çalisirlar. Bir balon düsünün, bu balonu igne ile patlattiginizda yüksek bir ses çikar. Alt tarafi balonun içindeki basinçli havayi bosaltmissinizdir. Halbuki balonun agzini çok az açarak basinçli havanin yavasça bosalmasini saglarsaniz, çok az bir ses çikar.
Bir diger örnek de sarap siseleridir. Köpüklü sarap veya sampanya siselerinin mantarlari çikartildiginda çok yüksek bir ses çikmasina ragmen, normal bir sarabin mantari çikartildiginda az bir ses çikar. Çünkü sampanya sisesinde mantarin arkasinda sikistirilmis basinçli gaz bulunmaktadir.
Her iki örnekte de görüldügü gibi, kapali bir yerde sikistirilmis bir gaz aniden küçük bir delikten saliniverirse, ortaya bir patlama sesi çikmaktadir. Gazin basinci fonksiyonel olarak size gerekli oldugu için, bu sesi azaltmanin tek yolu bosalan gazin tek bir delikten degil de, daha büyük bir delikten bosalmasini
saglamaktir. Iste silah susturucularinin arkasinda yatan temel fikir budur.
Kursunu silahtan atabilmek için, kursunun arkasindaki barut ateslenir. Ateslenen barut çok yüksek basinçli ve hacimli bir sicak gaz ortaya çikarir. Bu gazin basinci kursunu namluya dogru iter.
Kursun mermiden çiktiginda, bir sisenin mantarinin çekilip çikarildiginda olusan sese benzer bir olay olur. Kursunun arkasindaki yaklasik santimetrekarede 200 kilogram olan basinç, sampanyanin mantarinin patlatilmasinda oldugu gibi, kursunun mermiyi terk etmesiyle birlikte yüksek bir ses çikmasina yol açar.
Namlunun ucuna vidalanan ve üzerinde delikler bulunan susturucunun hacmi, namludan 20-30 kat daha fazladir. Kursunun arkasindaki sikistirilmis, basinçli sicak gaz aninda buraya bosalir ve basinci yaklasik santimetrekarede 15 kilograma kadar düser. Kursun da namludan çikarken arkasinda sampanya örneginde oldugu gibi basinçli gaz olmadigindan, normal bir sarap sisesi mantari çikariliyormus gibi, çok az bir ses çikarir.
Yalan makinesi nasil çalisir?
Televizyondan veya gazetelerden, bizde pek olmasa da AB D'de polis sorgulamalarinda gerektiginde bir sanigin yalan makinesine baglanarak, dogruyu söyleyip söylemediginin kontrol edildigini görmüs veya okumussunuzdur. Hatta ABD'de FBI veya CIA gibi çok önemli devlet görevlerine alinmaya aday memurlara da bu test uygulanmaktadir.
Tolygraph' denilen bir alet ile saniga 4-6 adet sensör baglanir. Bu sensörlerden gelen çesitli sinyaller, dönmekte olan bir kagidin üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensörlerle sanigin,
• Nefes alis hizi.
• Nabzi.
• Kan basinci (tansiyonu).
• Terleme miktari.
kayda alinir. Bazi yalan makinelerinde kol ve bacak hareketleri de kaydedilir.
Yalan makinesi testi basladiginda, saniga önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu sekilde sanigin verdigi sinyallerin düzeni ögrenilir. Daha sonra gerçek sorular sorulmaya baslanilir ve sinyaller kayda alinmaya devam edilir.
Test süresince ve sonrasinda bir uzman grafikleri sürekli.
kontrol altinda tutarak, hangi sorularda sinyallerin degistigini tespit eder. Kalp atisinin hizinin artmasi, tansiyonun yükselmesi ve terleme genellikle yalan söylemenin belirtileridir. Iyi egitilmis bir uzman grafiklere bakinca nerede yalan söylendigini derhal anlayabilir.
Her seye ragmen, insanlarin sorulari yorumlamalari ve tepkileri farkli oldugundan, yalan söylerken farkli davranabildikle-rinden, bu test mükemmele ulasmis degildir, bazen yaniltici olabilir ve kesin delil kabul edilmez.
Neden hapsiriyoruz ?
Hapsirma, ani, irade disi, sesli bir sekilde agizdan ve burundan nefes vermektir. Hapsirma burun kanallarindaki sinirlerin uyarilmasi sonucu olusan psikolojik bir reaksiyondur. Aslinda burnumuz nefes almamizda çok önemli bir görev yapar. Hava onun dar kanallarindan türbülans olusturarak geçerken hem isisi ayarlanir, hem de içindeki toz burada filtre edilir.
Buradaki sinirlerin uyarilmasinin nedenleri degisiktir. En çok alerjik etkilenmedir ama toz, duman, parfümler hatta aniden isiga bakma gibi baska birçok nedenleri daha vardir. Hapsirmadan önce sanki bir yerimiz isirilmis gibi sinir uçlarinin ikaz göndermesi sonucu, burnumuzdan önce bir salgi gelir. Biz bunun pek farkina varamayiz.
Bu salginin ardindan beyine giden ikaz neticesinde bas ve boynumuzdaki kaslar uyarilarak ani nefes bosanmasi olayi yasanir. Ses tellerinin oldugu bölüm önce kapanir ve buradaki havanin basinci iyice yükselir. Sonra aniden açilarak hava yüksek bir sesle disari verilir. Tabii beraberinde burnumuzdaki toz gibi yabanci maddeler ve soguk alginligi yaratan mikroplar da. Ancak tip bilimi hapsirma ile yayilan mikroplarin, elle yayilanlardan çok daha az oldugunu saptamis bulunmaktadir.
Uyku sirasinda özellikle rüya safhasinda sinir sisteminin bazi elemanlari kapali oldugundan normal sartlarda hapsirma olmaz. Uyari çok kuvvetli ise olabilir ama aninda uyanilir. Ancak bu beyin tarafindan tehlike olarak algilanmaz. Uyurken ayagini gidikladigimiz kisinin ayagini çekip, arkasini dönüp, uyumaga devam etmesi gibi.
Hapsirma refleksinin detaylari tam bilinmese de kesin olarak bilinen bir sey var. Hapsirirken gözlerinizi açik tutamazsiniz. Bunu bilim insanlari vücudumuzda bir aci veya agri duydugumuzda gözlerimizi kapatmamiza bagliyor. Kibarlik olsun diye hapsirigi tutmaya çalismak ise kesinlikle tavsiye edilmiyor.
Günes isigi ile karsilasinca hapsirmanin genetik oldugu ileri sürülüyor. Dünya nüfusunun en az yüzde 18'i bu hassasiyete sahip. Hapsirma sayisinin da genlerle nakledildigini ileri süren bilim insanlari var. Bazi ailelerde üç kere hapsirilirken, bazilarinda sekizincide duruyormus.
Insanlara hapsirdiktan sonra 'çok yasa' deme adetinin kökeni Hiristiyanlarin 'God bless you' yani 'Tanri seni takdis etsin' veya Tanrinin hayir duasi üzerinde olsun' cümlesine dayanmaktadir. Altinci yüzyilda hapsiranlara vücutlarindaki seytani attiklari için tebrik anlaminda söylenen bu söz büyük veba salgini baslayincaPapa tarafindan söylenmesi zorunlu kilindi ve kanunlastirildi.
Neden hickiririz?
Akcigerlerimiz kaburgalarimizin içinde birer torba gibi dururlar. Nefes aldigimizda bu torbalar içerlerine alabildikleri kadar hava alarak siserler. Gögsümüzü karnimizdan ayiran ve akcigerlerimizin altina bitisik büyük bir kas olan diyafram, büzüserek cigerlerimizin genislemesini saglar, nefes almamiza yardimci olur.
Süratli yemek yenildiginde, yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alinir. Hiçkirik, yiyecegin yüzeyine yapisarak sindirim sistemine giren bu havayi atmak için sistemin gösterdigi bir tepkidir. Diyafram süratle büzüserek, çok ani ve hizli nefes almamizi saglar. Bu arada bogazimizin üst tarafinda, ses tellerimizin bulundugu kisimda bir kapanma olur ve buradan geçen hava bir an bloke edilir. Bu da 'hick' seklinde bir sesin çikmasina neden olur.
Midedeki bir olayla diyaframin iliskisi, bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakin hatta iç içe geçmis olmalarindandir. Bu nedenle en çok yemekten sonra hickiririz. Sindirim islemi bittikten sonra hiçkirik olmaz. Hiçkirigi önlemek için çok çesitli öneriler vardir. Bas asagi durmak, yavas yavas su içmek, kollan yukarida tutmak, nefesi tutmak, ileride bir noktaya bakarak derin nefes almak, buzlu su içmek, nefesi tutarak üç kere yutkunmak, nane yutmak, parmagi kulaga bastirarak su içmek ve korkutmak gibi.
Bunlardan korkutarak insani sok etmek, dolayisiyla sinir sistemini etkilemek, derin nefes alarak diyaframin mideyi itmesini saglamak ve de kandaki düsük karbondioksit seviyesinin hiçkirigin olusumunu hizlandirdigi bilindiginden nefesi tutmak en mantikli önlemlerdir.
Aslinda ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hiçkiriklar yaklasik 5 saniyede bir olur ve genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle ugrasirken, o zaten kendi kendine kesilir. Hiçkirigi kesmek için kabul edilen genel görüs hiçbir önlemin hiçkirigi kesmedigidir. Ancak aylarca süren istisnai durumlarda, muhakkak tibbi müdahale gerekir, hatta bu durumlarda sinirler üzerinde operasyon yapilmasi bile gündeme gelebilir.
Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmalarin, enfeksiyonlarin ve ülser gibi hastaliklarin da hiçkirigi meydana getirebilecekleri ileri sürülüyor. Hiçkirik süresince bir sey yememekte ve içmemekte fayda vardir, çünkü bu sirada tekrar fazla hava alinabilir.
Hiçkirigi önlemek için en iyisi yemegi yavas yiyin, çok miktarda yemeyin, yemek yerken karbonatli içki içmeyin, yemege konsantre olun, çok konusmayin ve gülmeyin. Yemege sayginiz ne kadar artarsa, hiçkirik o kadar azalir.
24 ayar altin ne demektir?
Bizde altinin safligini gösterme ölçüsü olarak genellikle 'ayar' kelimesi kullanilir, ama uluslararasi piyasada kullanilan kelime 'kirat'tir. 'Kirat' hem altinin, hem de elmas ve diger kiymetli taslarin ölçümünde kullanilan bir birimdir.
Elmas ve degerli taslan ölçmede kullanilan 'kirat'in bir birimi 200 miligrama (0,200 gram) esittir. Yani 20 gramlik bir elmasiniz varsa, bu 100 kiratlik bir elmastir. Dogada bulunan elmasin büyüklügü çok seyrek olarak bir santimetrenin üzerindedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 3.106 kiratlik 'Culli-an'dir. Bundan 530 ve 517 kiratlik iki büyük ve 100 küçük elmas islenmistir.
Altinda kullanilan 'kirat' veya 'ayar' ise altinin safligini gösterir. 24 kirat (ayar) altin, içinde karisik baska bir metal olmayan yüzde yüz saf altindir. Tamamen saf altin çok yumusak oldugundan genellikle bakir veya gümüs ile karistirilir. Her bir kirat (ayar) altinin tümünün 24'de biridir. Örnegin bir bilezigin 24'de 18'i altin, 24'de 6'si da gümüsten yapilmissa, o bilezik 18 kirat
(ayar) altindir.
Altini ölçmede kullanilan bu komik sistem, yaklasik bin yil evvelki Almanlarin Mark isimli bir altin parasindan kaynaklanmaktadir. Tamamen saf altindan yapilan bu para 4,8 gramdi ve elmas ölçü biriminde agirligina göre 24 kirat ediyordu. Sonradan içine baska maddeler karistirildikça içindeki altin miktarina bagli olarak kirat ölçüsü düsürüldü.
Altin beyaz, kirmizi, sari gibi çesitli renklerde begenimize sunulur. Altin, bakir ile karistirilmissa 'kirmizi altin', gümüs ile karistirilmissa 'sari altin', nikel veya platin gibi metaller içeriyorsa 'beyaz altin' adi verilir.
Bozuk paralarin kenarlari neden tirtillidir?
Özellikle kagit para devrinden önce, alisveriste kullanilan paralar altin ve gümüs içeriyorlardi. Her devirde oldugu gibi, o devirde de bulunan bazi düzenbazlar, bu paralari kenarlarindan kaziyarak, çok az miktarda da olsa, bu degerli madenleri biriktiriyor, parayi da tekrar kullanabiliyorlardi.
O devirlerde tüccarlar, parayi tartiyorlar ve agirligi eksikse kabul etmiyorlardi. Tabii, para da elinizde kaliyordu. Antik para kataloglarinda dikkat ederseniz, paralarin büyük bir kisminin tam yuvarlak olmadigini görürsünüz.
Bu sorunu çözmek ve halki eksik paraya karsi korumak için bozuk paralarin kenarlari tirtilli yapilmaya baslandi. Bu tirtillar sayesinde paranin kenarinin kazindigi hemen belli oluyordu ve kenari kazinmis parayi kimse almiyordu.
Bu adet günümüze kadar devam etti. Artik içinde degerli bir maden bulunmamasina ragmen, bozuk paralarimizin kenarlarinda ya tirtil ya da bir yazi vardir.
Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklik' adi altinda sadece küsuratlari ödemede kullaniliyor. Bozuk paralar da para olma niteliklerini kanundan almalarina ragmen, kullanilmalarinda bazi sinirlamalar vardir.
Gerek kagit, gerekse madeni para olsun, her ikisiyle de yapilan ödemeleri kabul etmemek mümkün degildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki, kagit paralarda bu mecburiyet sinirsizdir. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun, bunu karsi taraf kabul etmek mecburiyetindedir.
Madeni paralarin ise mecburiyeti sinirlidir. En çok üzerlerinde yazan degerin 50 katini tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örnegin 50 bin liraliklarla, 2,5 milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasini da bozuk para ile ödeme isteginizi karsi taraf kabul etmeyebilir.
Kagit paralarin Merkez Bankasi tarafindan basildigi bilinir de, madeni paralari Maliye Bakanligi'nin çikardigi pek bilinmez. Madeni paralarin toplam para stoku içindeki orani da yaklasik yüzde l civarindadir.
Hiç dikkat ettiniz mi? Insan yüzleri kagit paralarda önden, madeni paralarda ise yandandir. Madeni paralarda yer çok küçük oldugundan, kabartma teknigi ile bir yüzün tam detayini vermek mümkün olamamaktadir. Yandan bir profil kisiyi daha iyi taninir kilmaktadir.
Aylarin günleri neden 28, 30, 31 gibi farkli?
Romalilar milattan 758 yil önce 10 aylik takvim uygulamasina basladilar. Bu ilk orijinal Roma takviminde aylar, gündüz ve gecenin esit oldugu, binlerce yildir hayatin baslangiç zamani olarak kabul edilen Mart ayindan baslamak üzere, Martius (Mart), Aprilis (Nisan), Maius (Mayis), Junius (Haziran), Quin-tilis (Temmuz), Sextilis (Agustos), September (Eylül), October (Ekim), November (Kasim) ve December (Aralik) idi.
Bu ay adlarindan Quintilis'den (Temmuz), December'a (Aralik) kadar olanlar, 5, 6, 7, 8, 9 ve 10 rakamlarinin Roma'li-larca telaffuz edilis sekliydi yani, Mart baslangiçli takvime göre bu aylar yilin 5'inci, 6'nci, 7'nci, 8'inci, 9'uncu, ve 10'uncu aylariydilar. Bu 10 aylik takvim geride hesaba katilmamis daha 60 gün birakiyordu.
35 Yedek olarak birakilan bu 60 gün sorun yaratinca, Janarius (Ocak) ve Februarius (Subat) adlari ile iki ay daha eklenerek takvim tamamlandi. Yani yilin ilk ayi Martius (Mart), son ayi ise Februarius (Subat) oldu.
Asirlar sonra milattan 46 yil önce Roma Imparatoru Julius Caesar (Sezar), muhtemelen politik sebeplerden takvimde bazi degisiklikler yapti. On bir ayi 30 ve 31 gün olarak iki sekilde düzenledi, yilin son ayi olan Subat'a 29 gün verdi, her dört senede bir Subat'a bir gün ilavesini kabul etti. Ancak sonra nedendir bilinmez Janairus'u (Ocak) yilin ilk ayi olarak ilan etti. Böyle olunca da, her 4 yilda bir eklenecek bir günün, yeni durumda yilin ikinci ayi konumuna gelmesine ragmen Februarius'a (Subat) eklenilmesine devam edildi.
Julius Caesar'in beklenmeyen ölümünden (Sen de mi Brütüs olayi!) sonra, Romalilar bu çok sevdikleri imparatorlarinin anisina Quintilis (Temmuz) ayinin ismini July olarak degistirdiler.
Ondan sora tahta çikanlardan, Augustus kendi serefine, Sex-tilis (Agustos) ayinin adini kendi ismi ile degistirerek, bu aya August adini verdi. Ama ortaya baska bir sorun çikmisti. Sezar'm ayi 31 gün, Augustus'un ayi ise 30 gün çekiyordu. Sorunu yine imparatorun kendisi çözdü ve zaten 29 gün olan Su-bat'tan bir gün daha alarak Agutos'a ekleyiverdi. Böylece iki ay da esitlenmis oldu.
îste size takvimin, niçin 12 ay oldugunun, aylarin isimlerinin nasil kondugunun ve niçin farkli sayida günlerden meydana geldiklerinin, dört sene sonra eklenecek artik günün niçin yilin sonuncu degil de, alakasiz bir sekilde ikinci ayina eklendiginin küçük bir hikayesi.
Özellikle ortaçagda takvimler üzerinde o kadar oynanmistir ki, yapilan bilimsel hesaplamalara göre, Isa'nin bugün kabul edilen Milattan, yani Isa'nin dogumundan yaklasik 6 yil önce dogdugu, 36 yil yasayip Milattan sonra 30 yilinda öldügü ileri sürülmektedir.
Eski insanlar tuvaletlerini nasil yapiyorlardi?
Insanlar tarihlerinde çok uzun bir süre tuvalet kullanmadilar. Baslangiçta hayvanlar nasil yapiyorlarsa, onlar da öyle yaptilar. Islerini en yakin çalinin dibinde veya bir irmak kenarinda görebiliyorlardi. Ancak toplumlar gelistikçe, köyler, kasabalar ortaya çiktikça tuvalet ihtiyacini karsilamak için daha uzak mesafelere gitme zorunlulugu dogdu. Ayrica açikta birakilan atiklarin yarattigi kötü koku ve hastalik tehlikeleri de insanlarda bu konuda bazi önlemler almanin zamaninin geldigi bilincini olusturdu.
Binlerce yil önce Sümerler, Misirlilar ve Hindistan'da yasayanlar oturakta oturup, ihtiyaçlarini giderdikten sonra oturaga düsenleri uzakta bir yerlere döküyorlardi. Iki bin yil önce ise Romalilar ilk basit tuvaleti kullanmaya basladilar. Atiklar oturduklari deligin içine düsüyor, deligin altindan akan su onlari uzaga tasiyordu.
Çiftçilerin, açik arazide çalisanlarin ise zaten böyle bir dertleri yoktu. Tarlanin bir kösesine çukur kaziyor, çukur yeterince dolunca, toprakla dolduruyor ve baska bir çukur kaziyorlardi. Geceleri ise yataklarinin altinda bir lazimlik bulunduruyorlardi.
Ortaçagda kale ve satolarda atik bir delik vasitasi ile binanin etrafindaki su birikintisine düsürülüyordu. Bir yere tuvaletini yapip, onu bir tanktan gelen su ile sürükleyip, uygun bir yere birakma fikri ilk olarak Kraliçe 1. Elizabeth zamaninda, 1589 yilinda John Harrington'dan geldi. Ancak o zamanlar Ingiltere'deki evlerde ne böyle bir tanki dolduracak, ne de atigi alip götürecek su sistemi vardi.
Günümüzdekilere benzer bir tuvalet ancak iki yüzyil sonra 1778'de Ingiltere'de bir saat yapimcisi olan Alexander Cum-ming tarafindan tasarlandi ve Joseph Bramah tarafindan gelistirildi. Tuvaletlerden evlere yayilan kötü koku ise 1849 yilinda Stephen Green'in 'U' seklinde bir boruyu tuvaletin çikisina monte etmesi ile son buldu. Tuvaletlerin ve günümüzde lavabolarin da altinda bulunan bu 'U' seklindeki boruda her zaman bir miktar su kalir ve kokunun olusmasini önler. Tabii o zamanlar tuvaletler dökme demirden yapiliyordu. Sonra düzgün yüzeylerinin temizlenme kolayligi bakimindan seramik tuvaletler üretilmeye baslanildi. 1888 yilinda ise tuvaletlere zinciri çekilince suyu akan klozetler ilave edildi.
Bizde tuvaletler için hela, kenef, ayakyolu, WC., 00, yüznu-mara gibi birçok isim kullanilir. 'WC.' Ingilizce ismindeki 'Wa-ter Closet'in bas harfleridir. Yüznumaranin hikayesi ise degisik. Eskiden Fransa'da otellerde tuvaletler koridorlarin uçlarmdaydi. Odalarin her birine birer numara verirken, tuvaletlere numarasiz demisler ve '00' diye isaretlemislerdi. Fransizca'daki 'numarasiz' kelimesi ile ' 100 numara' kelimesi hemen hemen ayni telaffuz edildiginden, bizde Fransizcasi biraz kit birinin tercüme hatasi sonucu'yüznumara'olarak yerlesmistir.
Niçin tespih çekiyoruz ?
Boncuk, kemik, tas gibi küçük parçalarin bir ipe dizilmesi insanlik tarihi kadar eskidir. Ilk insanlar avladiklari avin parçalarini ip benzeri seylere dizer, bir sonraki avda basari getirmesi için üzerlerine takarlardi. Daha sonralari bu tip takilar kötülüklerden ve düsmanlardan korumasi için savaslarda da takilmaya baslandi. Bugün bile bazi taslarin özel ugurlar getirdiklerine inananlar vardir.
Boncuklarin dini amaçla ve dualari saymada kullanilmasina ilk olarak Hindistan'da, Hindu inanisinda rastlaniyor. Tespihin atalari Hindistan'dan doguya, sonra Ortadogu'ya, en sonunda da Avrupa'ya yayiliyor. Tespihin kullanis amaci Müslümanlik, Hiristiyanlik (Katolik), Hinduizm ve Budizm'de ayni olup hepsinde de dualari ve dualar arasi bölümleri saymada kullanilir.
Tespihin Islam dünyasinda ne zamandan beri kullanildigi kesin olarak belli degildir. Hz. Muhammed'in tespih tasidigina dair bir kayit yoktur. Hatta belki Osman Gazi, belki de Fatih Sultan Mehmet'de tespih kullanmadilar. Arsivlerde tespih ile ilgili bilgilere ancak 16. yüzyilin sonlarina dogru rastlanmaktadir.
Ne var ki, Hz. Muhammed zamaninda namaz ve dua sirasinda hurma çekirdegi veya çakil tasi kullanildigi bazi hadislerden anlasilmaktadir. Islam'da Peygamber'in namaz kilarken sünneti olan 'Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahüekber' kelimelerini 33'er defa tekrarlamanin hangi tarihte baslayip, yayildigi da bilinmiyor.
Yüce Yaratici'ya 99 ayri isim veren Islami anlayis, onu anarken, her isim için bir isaret olmak üzere ipe dizdigi bu 99 taneli seye de 'tespih' adini vermistir. Çesitli malzemelerden yapilan tespihteki tane sayisi 33, 99, 500 veya 1000 olabilir.
500 ve 1000'lik tespihler daha ziyade tekkeler ve dergahlarda zikr için kullanilirlardi. Tekke seyhleri, hastalari veya bir muradi olanlari, iyilesmeleri veya muratlarinin olmasi için bu tespihlerin içinden geçirirlerdi.
Tespih çekmek, tespih tanelerini birer birer isaret parmagi ile bas parmak arasindan geçirmektir. Ancak günümüzde tespihi bir oyuncak veya el aliskanligi olarak kullananlara, sallayarak veya çesitli figürler meydana getirerek dolasanlara, hatta tuttuklari futbol takiminin renklerine göre yapilmis tespihleri çekenlere sikça rastlanmaktadir.
Aslinda tespih çekmek din adamlarina özgü bir davranismis gibi algilanir ama halk arasinda da neredeyse bir aliskanlik haline gelmistir. Tespih çekmenin daha çok kirsal kesimlerde yaygin olmasinin nedeninin tespihin bos elleri mesgul edebilme özelligi oldugu ileri sürülüyor. Sicak aylan tarimsal çalisma ile geçiren, sürekli ellerini kullanmaya alismis kisilerin kis aylarinda bu boslugu tespihle doldurduklarina inaniliyor.
Günümüz biliminin tespih çekme aliskanligina bakis açisi biraz degisik. Bilim insanlari, beynimizin, çalisma yasaminin güçlükleriyle, sorunlar, endiseler ve korkularla sürekli baski altinda tutuldugunu, bunun sonucunda sinir hücrelerinin asiri yorulup yiprandigini ve beynimizi rahatlatmak, onu özgür birakmak, dikkatimizi baska tarafa yöneltmek için tespih çekmenin çok etkili ve faydali oldugunu söylüyorlar.
Sogan her derde deva
Binlerce yildan beri sogan ve sarimsak neredeyse tüm yemeklere katilan sifa verici birer sebze olarak kullanililiyor. Salatadan tutun, her çesit pisirme seklinde sogan yemeklerimizden eksik edilmiyor.
Bilimsel olarak ispatlanmis bir gerçek de, soganin içindeki cystein maddesinin eczanelerde kuvvetli bir balgam sökücü olarak satilan ve doktorlar tarafindan reçete edilen mentopin ve asist gibi ilaçlarin ana maddesi ile aynidir. Vücudumuzda üretilen çok güçlü bir antioksidan olan GLUTATYON'un üretimi için soganin içinde bulunan cystein maddesinin sogan veya sarimsak yiyerek alinmasi gerekiyor. Çok kuvvetli bir antioksidan olan glutatyon, birçok hastaligin sebebi sayilan serbest radikalleri hücre içinde nötralize etmektedir.
Dünyanin her yerinde soguk alginliginda, bronsitte ortaya çikan öksürügün giderilmesinde sogan, sifa verici olarak yeniyor. Çok eskiden beri üsütme, öksürük ve bronsit durumda ezilen bir sogana bir miktar su ve tatlandirici olarak da az miktarda bal katilarak ilaç olarak kullaniliyor. Ayrica böcek sokmalarinda olusan sisliklerin üzerine taze kesilmis sogan dilimleri konmasi halinde, sisligin giderilmesinde yardimci oluyor. Ayrica uyku düzenleyici olduguna da inanilmaktadir.
Soganin 100 graminda bulunan maddeler:
Kalori degeri
Kuru sogan - taze sogan : 36 kalori - 23 kalori
Protein (gr.) : 1.3 gr.
Yag (gr.) : 0.3 gr.
Karbonhidrat : 8.1 gr.
Su : 89 gr.
Posa : 2 gr.
Potasyum : 157 mg.
Kalsiyum : 27 mg.
Vitamin C : 10 mg.
Folik asit : 54 mg.
Vitamin : 0.3 mg.
Kalp-damar hastaliklarini önlemede yardimci
Her nefes aldigimizda cigerlerimize yarim litre hava dolar. Bunun %20.7'si oksijendir. Oksijen alyuvarlarimiza baglanir ve kalbe gider. Kalp, bu oksijenli kani tüm hücrelere pompalar. Oksijen, hücredeki sekeri yakarak yasam enerjisinin üretimi saglar. Bu islem esnasinda oksijen moleküllerinin %1-5'i degisime ugrar ve vücut için çok zararli hale gelir. Biz bunlara serbest radikaller diyoruz. Bu serbest radikaller, her türlü hastaligin ve de özellikle de kalp-damar hastaliklarinin ve kanser çesitlerinin sebebi sayiliyor. Vücudumuzda bunlari zararsiz hale getiren enzim sistemi vardir. Kisinin bu enzim sistemi ne kadar güçlü ise ömrü de o kadar uzun oluyor. Serbest radikalleri zararsiz hale getiren maddelere antioksidan diyoruz. Soganin içindeki Quercetin adi verilen çok güçlü bir antioksidan vardir.
Finlandiya'da uzun süredir yapilan bir bilimsel arastirmada; Quercetin'i içeren sogan ve elmayi daha çok tüketen kisilerde kalp-damar hastaliklari ve kanser ölüm oranlari daha düsük bulundu. Damar sertligi dolayisiyla kalp-damar hastaliklarina neden olan kötü huylu kolesterol (LDL), serbest radikaller tarafindan okside olmadan damar çeperine yapismiyor. Sogandaki Quercetin maddesi kolesterolün okside olup damar çeperine yapismasina engellenmesinde yardimci oluyor.
Vücutta hücre içinde üretilen ve Glutatyon adi verilen antioksidanin üretimi için sogan ve sarimsakta bulunan Cystein maddesinin bu yiyeceklerle vücuda girmesi gerekiyor. Bu kuvvetli antioksidan, kanserin önlenmesine yardimci olmaktadir. Sogan ve sarimsak, Akdeniz beslenme tarzinda çok tüketilmektedir.
Sigaranin neden oldugu idrar kesesi kanserinin önlenmesinde yardimci olur
Idrar kesesi kanserinin baslica sebeplerinden biri sigara tüketimidir. Soganin içerdigi Quercetin maddesi degisime ugrayarak kesenin iç derisini kanserden koruyucu bir etki yapmaktadir. Idrar kesesinde kansere neden olan zehirli maddeler degisime ugramis Quercetin maddesi tarafindan emilerek kanser olusumunu geciktirmekte veya engellemektedir. Sigara içenlerin kanserden korunmalari için sogani ve elmayi düzenli sekilde tüketmeleri tavsiye edilir.
Nasil tüketilmelidir?
Her çesit pisirme seklinde yemeklere katilan soganin faydasi vardir. Pisirilmeden çig ve taze olarak tüketilen sogan çok daha sifa vericidir.
Ne kadar tüketilmelidir?
Haftada 3-4 defa yenen ½ sogan kalp-damar hastaliklarindan ve kanserden korunmada yardimci olur.
Evlerimizdeki sinekler kisin nereye gidiyor?
Sineklerin her türü kisin ortadan kaybolur. Havalarin isinmasiyla birlikte ansizin ortaya çikarlar. Sinekler isiya karsi çok hassastir. Günes bulutun arkasina girdigi zaman olusan isi düsmesinden etkilenirler. Kis günlerinde yasama sanslari yoktur. Ölmeden önce yumurtalarini topraga veya kuytuya gömerler. Lavra ve yumurtalar soguktan etkilenmez. Yaz sicaklari baslayinca yumurtalar çatlar ve yine sinekli günler baslar
Niye Telefonda ALO Deriz?
Telefonda hemen hemen her gün kim bilir kaç kez kullandigimiz "Alo" sözcügü, gerçekte bir sevgilinin kisaltilmis adidir.
Sevgilinin tam adi Allessandra Lolita Oswaldo'dur. Bu sevimli genç kiz, telefonu icat eden, A.Graham Bell'in sevgilisiydi.
Graham Bell telefonu icat edince ilk hatti sevgilisinin evine çekmisti. Atölyesinde telefon çalinca arayanin Allessandra Lolita Oswaldo'dan baskasi olamayacagini bildiginden Graham Bell, telefonu açar açmaz "Allessandra Lolita Oswaldo" diyordu.
Bell, zamanla sevgilisine, adini kisaltarak hitap etmeye basladi ve telefonu her açisinda onu "Ale Lolos" diye karsiladi. Çalismalari uzadikça Graham Bell, sevgilisinin adini daha da kisaltti ve öne iki heceli bir ad buldu. Bu kisa ad "Alo" idi.
Allessandra Lolita Oswaldo, gelistirip, tüm kente yaymaya çalistigi telefondan baska birsey düsünmeyen sevgilisinin bitmek tükenmek bilmeyen deneylerinden rahatsiz olmaya baslayinca Graham Bell'i telefonuyla bas basa birakip onu terk etti.
Yasli Bell, sevgilisinin birgün onu arayacagi umuduyla telefonun basindan ayrilmadi. Kentte çekilen telefon hatlarinin sayisi da giderek artmaya baslamisti. Graham Bell'i artik baska kisiler de ariyordu. Fakat o, telefonun her çalisinda kendisini sevgilisinin aradigini sanarak telefonunu "Alo" diyerek açiyor ve artik herkes "Alo" diyordu.
O günlerde hemen herkes telefonu açtiklarinda Alexander Graham Bell'in anisina saygi olarak "Alo" demeye basladi. Bugün tümümüzün kullandigi "Alo" sözcügü iste o günlerden günümüze uzanmaktadir.
Mermi gerçekten suya islemez mi?
Filmlerde saldiriya ugrayan kahraman hemen suya dalar. Peki bu gerçekten kahramani kurtarabilir mi? Kursunun islememesi için ne kadar derinlere dalmalidir?
Evet kurtarir. Hem de kahramanin kurtulmasi için bir kaç santimlik derinlige dalmasi yeterli olabilir. Sinema filmlerinde abartildigi sanilan bu garip gerçek aslinda bilimsel olarak da formüle edebilecek bir fiziksel gerçege yani maddelerin yogunluk oranina dayaniyor.
SU HAVADAN 700 KEZ DAHA YOGUNDUR
Herhangi bir ortamda yol alan nesne bir direnç ile karsilasir ve bu kuvvet hizini keser. Su gibi yogunlugu fazla olan ortamlarda, bu direnç kuvveti havadan daha büyüktür. Su havadan 700 kez daha yogundur. Mermi üzerindeki direnç kuvveti, hizin karesi ile ölçülür ve ayni zamanda hareket halindeki gövdenin yüzey alani ile orantilidir.
Bu bilgilerin isigi altinda kursunun hareketinin denklemini kurabiliriz. Bu da hizinin azaldigi mesafeyi verir. Bu formülü kurmak için merminin kütlesi ve boyutu, suyun yogunlugu ve direncin katsayisi gerekir.
Hizi saniyede 300 metre olan tipik bir mermi için suda yavaslayacagi derinlik birkaç metredir. Dolayisiyla yüzeyden 3 metre derinlige dalmak yeterlidir.
BIR KAÇ SANTIM DALMAK YETERLI
Eger kötü adamlar suyun kenarindan ates ediyorsa, esas çocugun birkaç cm derine dalmasi yeterlidir, çünkü mermi küçük bir silahtan çikar mermi su üzerinde sektirilen tas gibi seker gider. Eger kötü adamlar uçaktan ates ediyorsa, kursunlar suya daha dik bir açidan geliyordur. Bu durumda bile.50 mm zirh delen bir kursun suda ancak 30 cm'ye kadar isler.
Çinlilerin gözleri neden çekiktir?
Yalniz çinlilerin degil, Orta ve Güneydogu Asya'da yasayanlarin, japonlarin hatta Eskimolarin da gözleri çekiktir. Aslinda göz yapisi bütün dünyada aynidir. Farki yaratan göz kapaklaridir. Çekik gözlü diye nitelendirilen irklarda gözün üzerindeki göz kapaginin ikinci kivrimi, gözün üstüne daha çok inmistir. Bazi teorilere göre bu kivrim insanlarin gözlerini yogun kar tabakasinin, göz kamastiran isigindan korumak için bir çesit kar gözlügü gibi gelismistir. Çinde ve öteki bölgelerde her ne kadar yogun kar yagmiyorsa da onlarin atalarinin buzul çaginda kuzeyde yasadiklari daha sonra güneye indikleri kanitlanmistir. Yalniz gözleri degil, burunlari da rüzgara karsi korunmak için küçülmüs, burun delikleri sogugu engellemek için daralmistir. Ciltleri de koruma amaçli olarak yaglidir. Göz kapaklari da yaglidir. Gözü ve iç tabakalarini kara ve buza karsi korur. Yani çekik gözlü degil, düsük göz kapakli, demek daha dogrudur
Yagmurda karincalara niçin bir sey olmuyor?
Bir karincayi alin, suyun içine batirin, saatlerce tutun ölmez. Sudan çikardiginizda ölü gibi görünür ama birkaç saat içinde kendine gelir. Biz insanlar böyle suya batirilsak, nefes alamadigimiz için oksijensizlikten ölürüz ama su karincalarin çok ince olan nefes tüplerinden içeri giremez. Karbondioksitten narkoz yemis gibi olurlar.
Tabii ki bu süre çok uzarsa onlar da ölürler ama dayanma süreleri inanilmazdir. Ne var ki, karincalar yagmur ve seller altinda bu sekilde nefeslerini tutarak mücadele vermiyorlar. Yagmuru hissedince yuvalarina giriyorlar ve giris yollarini tikiyorlar.
Ates karincasi denilen bir türünde ise karincalar birbirlerine tutunarak sel sularinin üstünde yüzüyorlar. Bir yerde karaya vurup çikiyorlar. Tabii kraliçe karinca ortada, yüksekte ve mümkün oldugunca kuru tutuluyor. Karinca yuvalari insaat teknigi olarak örnektirler. Yuvanin girisine bagli ve buradaki suyu alip baska tarafa verebilen birçok tünel daha insa ederler.
Bazilari ise yuvalarinin üstünü öyle saglam kapatirlar ki, sel sularinin bir evin çatisinin üstünden asmasi gibi geçip giderler. Yine de bir aksilik olur, yuva su ile dolarsa, karincalar çöp ve yaprak parçalarina veya yukarida belirtildigi gibi birbirlerine tutunup yüzebilirler. Çok siddetliyagmurdan sonra olusan çamur tünellerini kapattigi zaman ise yuvalarini yeniden insa etmek zorunda kalirlar.
Gündelik hayatta artik yaygin olarak kullanilan mikrodalga firinlarin kapaklarinda kaçak yapmamalari, insanlara zarar vermemeleri için özel tedbirler alinir. Ancak bir mikrodalga firinina girmis karincaya, firin çalistigi sürece bir zarar gelmeyecegini biliyor muydunuz? Mikrodalga firinlarinda isin yogunlugu bir noktaya göre ayarlidir. Bu nokta hemen hemen firinin ortasidir.
Bu nedenle yiyecek, her tarafi esit pissin diye ortada dönen bir tabla üzerine konulur. Karincalar firinda isinlarin daha az yogun oldugu bölgeleri hissederler. Zaten sicak bölgelere girseler de, vücut yüzey alanlarinin hacimlerine oranla yüksek olmasi nedeni ile ilik bölgeyi bulana kadar kendilerine zarar gelmez.......
Neden evlilik yüzügü yüzük parmagina takilir biliyor muydunuz ?
Evlilik yüzügü neden hep ayni parmagimizdadir da, neden
isaret parmagi bas parmak ya da serçe parmak degil de neden yüzük
parmagi...
Evlilik yüzügünü ilk defa eski misir prensesi nefertiti takmistir...o yillardaki
Tibbin ne kadar ilerde oldugu ayri bir tartisma konusudur ama yüzyillar
Sonra anlasilmistir ki direk kalbe giden tek damar evlilik yüzügünü taktigimiz Parmaktadir..
Baska hiç bir parmagimizdan direk kalbe giden bir damar yoktur
Bir hafta niçin 7 gündür ?
Babilliler 7 günlük haftayi zaman birimi olarak kullaniyorlardi. Ilk çaglarda bilinen bes gezegen ile günes ve ayin sayisinin 7 olusu bu sayiyi gizemli ve ugurlu kiliyordu. Daha sonra dinlerde gögün 7 kat olusu ve dogadaki ana renk sayisinin 7 olusu, müzik notalarinin 7 olusu sayinin önemini daha çok belirtti. Daha sonra Fransa takvim yapisini degistirerek hafta sayisini 10 yapti ama kabul görmedi. Rusya 5 günlük hafta uygulamasina geçti, o da tutulmadi. Sonunda yine hafta 7 gün olarak kaldi.
Insan ile Hayvan Birlesirse ?
Farkli cinslerin birleserek ortaya bir yavru çikarmalarina biyolojik bir engel vardir. Bunun birincisi spermin yumurtayi bulabilmesidir. Spermler gözleri olmamalarina, takip edecekleri güzergahi gösteren bir sistem de bulunmamasina ragmen sasirmadan yollarini bulurlar. En önde giden de yumurtaya ilk ulasan olarak içine girer. Iste burada tabiatin koydugu bir sinirlama vardir. Insan spermi sadece insan yumurtasini tanir ve birlesme islemini sadece onunla yapar.
Ikinci sebep, iki farkli cinsin DNA'larinin birbirlerine uymamasidir. Ayni cinste disi ve erkegin DNA'lari, bir fermuari kapattiginizda disler nasil karsilikli olarak birbirlerine geçerlerse, o sekilde uyumlu olarak birlesirler. Insanlarda 23 çift kromozom vardir. Örnegin 15 veya daha farkli sayida kromozoma sahip bir hayvani döllediginde, meydana gelen orantisizliktan, ortaya çikacak hücre anormal bir yapida olur ve gelisimine bile baslayamaz.
Sempanze ile insanin genetik yapilari yüzde 99 ayni olduguna ve teorilere göre milyonlarca yil evvelki atalari ayni olduguna göre onlar arasinda bir uyumun saglanmasi gerekmez mi?
Bilim insanlarina göre bu yüzde 99 benzerlik sadece proteinlerin mukayesesinden ortaya çikiyor, yoksa DNA dizilisinin uyumu anlamina gelmiyor. Insan sagligi için DNA haritasini çikarmada son asamaya gelinmistir ama tüm bu bilgiler, tekrar insan sagligi için tip alaninda kullanilacaktir. Yani ileride mitolojide oldugu gibi insan basli, hayvan vücutlu veya tersi yaratiklar ortalarda dolasmayacaklardir. Buna en azindan ahlaki bakimdan toplumun baskisi müsaade etmeyecektir.
Madem iki ayri cinsin birlesmesinden yavru olmuyor, o halde at ile esek birlesince nasil katir dogabiliyor? Bir kere bu istisnai bir durum ve at ile esegin DNA yapilan insan ve diger hayvanlar arasindakilere kiyasla birbirlerine çok yakin. Bunda bile sonuç üreme açisindan saglikli olamiyor.
Katirin annesi at, babasi esektir. Katirlar erkek veya disi olabilirler ama dogustan kisirdirlar, üreyemezler. Çok ender de olsa bazi disi katirlarin dogum yaptiklari görülmüstür ama erkekleri kesinlikle kisirdir. Bu nedenle katir elde etmek için her seferinde ata ve esege ihtiyaç vardir.
Katirlar kuvvetli, dayanikli ve kanaaatkardirlar. Biraz huysuz ve inatçi olmalarinin nedeni bu özel durumlari olabilir. Aslinda uygun ortam bulduklarinda erkek at (aygir) ile disi esek de birlesiyor. Bu iliskiden dogan çocuklara 'Bardo' (veya ester) deniliyor. Bunlar öbürleri kadar dayanikli olmadiklarindan daha seyrek yetistiriliyorlar.
Antifirizin islevi Nedir ?
Arabamizin motoru arabayi yürütecek gücü saglarken bir yandan da isi üretir. Motor blogu içinde devamli dolasan su ile motor sogutulur. Motordan aldigi isi ile isinan bu su da radyatörde havanin yardimiyla sogutulur.
Kapali bir çevrimde ve ideal isi dengelerinde devamli olusan bu olayin farkina biz ancak, herhangi bir ariza durumunda sogutma olayi yetersiz kaldiginda, radyatörden buharlar çiktiginda, yani bilinen tabiri ile arabamiz hararet yaptiginda variriz.
Kisin soguk aylarinda, hava sicakligi sifirin altina düsünce, arabamiz kapi önünde hareketsiz halde iken bu sogutma suyu da her su gibi donabilir. Donunca genisler ve yaptigi basinçla motor blogunu çatlatabilir. Bu olayi önlemek için suyun içine, sifirin çok altindaki derecelerde bile donmasina mani olacak 'antifiriz' dedigimiz sivi ilave edilir.
Motorun sogutma suyunun içine ne oranda antifiriz konulacagini, o bölgede olabilecek en düsük hava sicakligi belirler. O zaman söyle düsünülebilir. Tam emniyetli olmasi bakimindan, sogutma suyunun yerine niçin tamamen antifiriz doldurmuyoruz? Antifiriz orani yüzde yüzü bulunca sicaklik ne kadar düserse düssün maksimum korunma saglanmis olmaz mi?
Hayir, olmuyor. Mantiken ters gelebilir ama belirli orandan fazla konulan antifiriz bu sefer de tamamen ters tepki veriyor. Suya yüzde 50 oraninda katilmis antifiriz -37 derecede donarken, antifirizin kendisi yani saf antifiriz -12 derecede donuyor.
Suyla karisabilen her sey onun sifir derece olan donma noktasini düsürür. Yani donma derecesini düsürmek için suya toz seker, surup hatta aküdeki asit bile konulabilir. Hepsi de bir dereceye kadar ayni islevi görür ancak hiçbiri diger tehlikeli yan etkileri bakimindan tavsiye edilmez.
Ilk otomobillerde seker ve balin antifiriz olarak kullanilmalari denendi, sonralari ise alkolde karar kilindi. Ancak bu sefer de alkolün kaynama noktasi düsük oldugundan motor sicakken sorun çikardi. O halde ideal antifirizin donmayi önlemesi ama ayni zamanda da suyun kaynamasina sebep olmamasi gerekiyordu. Günümüzde bu amaçla 'etilen glikol' denilen renksiz kimyasal bir sivi kullaniliyor.
Suyun içine katilan kimyasallarin donmayi önleme özelligi, suyun ve buzun moleküler yapilari ve antifirizin bu yapilara olan etkisinden ileri geliyor. Bilindigi gibi tüm sivilarda oldugu gibi suda da moleküller serbest ve düzensiz halde, katilarda (buzda) ise sabit ve düzgün bir yapidadirlar. Su donarken önce moleküllerinin hareketleri yavaslar sonra da düzgün ve sabit bir pozisyona gelirler yani kristallesirler. Iste antifirizin buradaki rolü. moleküllerinin su molekülleri ile birleserek onlarin buz kristalleri olusturmalarina mani olmaktir.
Peki öyleyse ortada su yokken antifiriz kendi kendine niçin daha çabuk donuyor? Çünkü suya katildiginda antifirizin su moleküllerine yaptigini su da antifiriz moleküllerine yapar. Donmayi önlemek daha dogrusu geciktirmek iki tarafli çalisir, su da antifirizin donma derecesini düsürür. Sonuç olarak arabanin sogutma suyuna önerilenden fazla antifiriz konmasinin hiçbir faydasi yoktur aksine zarari vardir.
Testi Nasil Soguk Tutar ?
Testinin ham maddesi, çamur çukuru veya kuyusunda dinlendirilmis topraktir. Binlerce yillik bir geçmise dayanan ve insanin ögrendigi ilk teknik olan toprak kap yapimi yöntemleri en az degisiklige ugramis bir sanattir. Sanayi makineleri çömlekçinin el ile yaptigini otomatik olarak yaparlar, o kadar.
Firinda pisirmek yoluyla çanak çömlek yapma sanatinda evrim, estetigin yani sira saglamlik ve geçirimsizlik niteliklerini iyilestirmeyi amaçlar. Parçayi geçirimsiz kilabilmek için pisirme ve içini sirla kaplama yöntemleri gelistirilmislerdir.
Testilerin suyu soguk tutma özellikleri ise istenmeyen bir nitelikten, geçirimli olmalarindandir. Testiler düsük derecelerde pisirildikleri için nispeten gözenekli kalirlar. Içlerindeki suyu hafif hafif gözeneklerinden disari vererek terlerler. Bu terleme olayi aynen insanda oldugu gibi buharlasma yoluyla isi düzenlemesi yapar, serinlemeyi saglar.
Testinin geçirimli topraktan yapilmis, emici özellikleri olan, gözenekli yüzeyinden disari çikan su disaridaki sicak havayla karsilasinca buharlasir. Buharlasma sirasinda su tanecikleri testi yüzeyindeki isiyi da alirlar ve testinin sicakligini düsürürler.
Içindeki su ile testi arasindaki isi alisverisinin azalmasindan dolayi testinin içindeki su da isinmaz. Bu böylece devam ettigi ve testiden disari sizan su buharlasmaya harcandigi sürece, dis ortamin testiyi isitmasi önlenmis olur. Süphesiz bu sürede testideki su da bir miktar azalir.
Testilerin bu özellikleri en iyi Orta Anadolu gibi kara ikliminin hakim oldugu, kurak ve gecelerin serin geçtigi bölgelerde görülür. Geceleyin düsen hava sicakligi ile soguyan su, sabahtan itibaren isinan havanin kuru yani içindeki nem oraninin düsük olmasi sebebiyle daha kolay buharlasir ve testi içindeki suyu gün boyunca serin tutar
Patlamis Misirin Patlamasi
Patlamis misirin hikayesi bes bin yil evveline, Amerika kitasina kadar uzaniyor. Amerika yerlileri gida için kullanilacak misir ile içi daha sulu olan patlayabilir misirlarin arasindaki farki biliyorlardi.
Kolomb kitaya ayak bastiginda yerlilerin misir kültürünü gördü, ama asil ilgi 1510'lu yillarda Güney Amerika'da terör estiren Hernanda Cortes'in Aztek'lerin dini ayinlerde ipe dizilmis patlamis misirlari yediklerini görmesi ile basladi. Üstelik yerliler misiri bir çesit sise geçirerek, tekrar tekrar isitarak veya kizgin kuma gömerek degisik sekillerde patlatarak yiyorlardi.
Amerika kitasinin kesfinden sonra Avrupa'ya getirilen ürünlerin içinde en ünlüleri patlamis misir ve tütündü. Birincisine çok fazla yag ve tuz ilave etmezseniz, kesinlikle ikincisinden daha sagliklidir. Ancak tüm misir taneleri patlamaz. Patlayan misirin gizemini yaratan iki faktör vardir: Misir tanesinin içinin çok güzel bir isi geçis özelligi ve müthis bir mekanik mukavemete, yani saglamliga sahip kabugu.
Misira dikkatli bakildiginda, etrafinda kalin ve su geçirmez bir kabuk oldugu görülür. Bunun altinda iki tabaka daha vardir. Tanenin bu iç kisimlarindaki moleküllerin siralanis biçimi, normal misir tanelerine göre daha düzenlidir. Bu sayede isi normal tanelere oranla neredeyse iki misli hizla içine yayilabilir.
Kalin kabuk isitildiginda, tanenin içi de süratle isinir ve içindeki su, basinçli bir su buhari olusturur. Isinma süresince gittikçe artan bu basinç, sonunda kalin kabugun adeta infilak ederek yirtilmasina yol açar. Tane ilk boyutundan yaklasik 30 misli büyür, içi disina gelir, yani tanenin içindeki yumusak kisim disari çikarak yenilebilir kismi olusturur. Bu özelligi tabiatta baska hiçbir seyde göremezsiniz. Belki biraz ekmegin olusumunu buna benzetebiliriz.
Bir misir tanesinin ideal bir sekilde patlayabilmesi için, içinde en az yüzde 14 oraninda su olmasi gerekir. Bunun altindaki oranlarda yine patlar ama kismen açilir, istenen sonuç alinamaz. Misirin içersindeki su oranini artirmak için, kapali bir ortamda üzerine su serpistirilmesi ve beklemeye birakilmasinin faydali olacagi söylenir ama bu islem misirin içindeki su oranini en fazla yüzde l arttirir. Bir misiri igneyle delerseniz, bir firinda veya günes altinda bekletirseniz, 150 derecenin altinda isitirsaniz, yukarida bahsedilen suyun buharlasmasi, basinç ve infilakin hiçbiri gerçeklesmez.
Osmanli Tokatinin Kökeni
Osmanli zamaninda ordu çesitli birliklerden olusurmus. O birliklerden biride Tokatçi grubu imis. Tokatçi denilen askerler devsirmelerden olusur ve gayet iri yapili, iri elli kisilermis. Bunlarin özel çalisma salonlari varmis. Salonlarda mermerden yapili olan büyükçe kolonlar varmis. Tokatçilar bu mermer kolonlari tokatlayarak ellerini daha da gelistirirlermis. Savas sirasinda ordunun en arkasinda bulunur savasin sonlarina dogru hizla savas alanina girer ve bitkin durumda olan düsman askerlerini tek tokat darbesiyle yerle bir ederlermis.Tokat attiklari kisinin yüzünü içeri çökertir ve beyin kanamasi geçirmesine sebep olarak öldürürlermis.
Cereyan kesilince telefonlar nasil çalisiyor?
Size sasirticigelebilir ama, telefon evimizdeki en basit cihazdir. O kadar basittir
ki, ana yapisiyüzyildir degismemistir. Eger 1920'li yillardan kalma bir antika telefon bulabilirseniz, fisini duvardaki delige takin, gayet iyi çalisir.
Telefon sistemi o kadar basittir ki, evimizin bir ucuna bir aparat, diger ucuna bir baska aparat koyup, bunlaribirbirlerine araya 9 voltluk bir pil ve bir rezistör koyarak baglarsaniz, kendi interkom sisteminizi yaratmisolursunuz. Bu telefonlarla kendi aralarinda rahatça görüsme yapilabilir.
Telefonlarimiziduvardaki duylara ve oradan da santrallere baglayan, genellikle biri kirmizi, digeri yesil iki kablo vardir. Yesil kablo konusma için ortak hat olup, kirmizikablo vasitasiile santralden telefonumuza 6 ile 12 volt arasi, 30 miliamper seviyesinde bir akim gelir.
Eger basit bir granüllü ahizeye sahipseniz, sesinizin dalgalan, bu granülleri az veya çok sikistirarak, santralden kirmizikablo ile verilen, yaklasik bu 9 voltluk akimin karsitarafa degisik kuvvetlerle gitmesini saglar. Karsitarafta kulaklikta da, bu defa tam tersi olur ve bu degisik akimlar titresim yolu ile sese çevrilir.
Telefon konusmasiniileten bu çok zayif akimiçok uzaklara tasiyabilmek için bir frekans limitlemesi yapilmistir. Yani frekans olarak 400 saykilin altinda ve 3400 saykilin üstündeki sesleri sistem kabul etmez, yok farz eder. Bu nedenledir ki, bazilarinin sesleri telefonda daha farkligelir.
Telefonun çalisabilmesi için gerekli 6-12 volt akimin telefon santralindan gelen bakir telle saglandiginibelirtmistik. Bu nedenle evinizde cereyan kesilse bile, telefona gerekli akim santralden saglandigiiçin, çalismaya devam edecektir.
Peki telefon santralinin cereyanikesilirse ne olur? Bu duruma karsisantrallerde çok büyük bir batarya sistemi bulunmaktadir. Ayrica bir de yedek elektrik jeneratörü vardir ki, cereyanin kesilme durumunda bütün telefon sebekelerini beslerler ve telefonlarin çalismalarini saglarlar.
Beyaz ve kahverengi yumurtalar arasindaki fark nedir?
Bakkaldan veya marketten yumurta alirken kabugunun rengi sizin için önemli mi, bu konuda bir tercihiniz var mi? Sizce kabuk renkleri farkli olan yumurtalarin içleri de besin degeri olarak farkli olabilir mi? Tavuklarin niçin bazilarinin yumurtalari beyaz da bazilarinin açik kahverengi?
Besin degeri, lezzet ve pisme karakteristikleri bakimindan her iki renk yumurtanin da içi ayni degerdedir. Her iki yumurtada da ayni miktarda protein, mineral ve vitaminler (C vitamini hariç) vardir. Tabii tavugun yedigi yemin kalitesi de belirli farklar yaratabilir.
Yumurtanin içi degil de kabugunun rengi ile hakli olarak ilgilenenler sadece onlari paketleyenler ve satanlardir, çünkü bir pakette hep ayni rengin olmasi müsteri tarafindan tercih edilmektedir.
Tabiatta yasayan hayvanlarin yumurtalarini renkli veya koyu renkte hatta gölgeli ve çizgili sekilde yumurtlamalarinin ana nedeni, bu yumurtalari yemek isteyen düsmanlarina karsi kamuflaj yaparak neslin devamini saglamaktir.
Yumurtalarin kabuklarinin renklerini, tavugun kökenine, atalarinin yasadigi yerlere baglayanlar da var. Bu görüse göre Asya kökenli tavuklarin yumurtalari kahverengi, Akdeniz kiyilari kökenlilerin ise beyaz oluyormus. (akdenizliyim beyaz yumurta yerim )
Daha çok kabul gören bir diger görüse göre ise beyaz kabuklu yumurtalar beyaz ibikli ve kulak memesi beyaz olan tavuklar tarafindan yumurtlaniyormus. Ibik ve kulak memesi kirmizi olanlar ise kahverengi kabuklari olanlari yumurtluyormus.
Kabugu hangi renk olursa olsun iste size yumurta ile ilgili bazi faydali bilgiler: Yumurtayi haslayip haslamadiginizi unuttunuz. Masanin üstünde firildak gibi döndürün. Eger hemen duruyorsa taze yani pismemis, biraz daha uzun süre dönmeye devam ediyorsa içi kati yani haslanmis demektir. Yumurtanin tazeligini merak ediyorsaniz suya koyun, taze ise suda batacak, bayat ise yüzecektir.
Yumurtada hemen hemen hayati tüm vitaminler vardir. Bulunmayan tek vitamin C vitaminidir. Yumurtanin besin degeri yüksek olan kismi sarisidir. Aki ve sarisi karistirilarak, omlet gibi pisirilen yumurtalarda, aktaki bazi maddeler saridaki vitaminlerin bir kisminin etkilerini yok ederler.
Kalori açisindan et ve süt ile mukayese edildiginde 55 gramlik bir yumurta, 40 gram yagli sigir etine veya 100 gram yagli süte esdegerdedir
Bira ve Idrar
Bira, insanligin en eski ve en güzel içeceklerinden biridir. Ama bu güzel içkinin küçük bir kusuru vardir. Iki bardagi bitirene kadar en az iki kere de tuvalete gitmek zorunda kalinir. Neredeyse içilen bira kadari tuvalete birakilip, gidilir.
Aslinda bu olayin biranin sivi kismi ile pek alakasi yoktur. Bira içince tuvalete gitme ihtiyacini hissettiren 'antidiuretic' denilen bir hormondur. Biz buna kisaca 'ADH' diyecegiz. Vücudumuzda üretilen bu hormon idrar miktarini ayarlar ve dogrudan olmasa da kanimizdaki su miktarini etkiler.
Susuz kaldigimiz zaman 'ADH' böbreklerimize sinyal gönderip idrar üretimini durdurtur. Böylece su harcamasi kesilerek kanimizdaki su miktari korunur ve plazmadaki tuz miktarinin yükselmesine mani olunur. Yani 'ADH' vücudumuzdaki su ve tuz miktarini dengeleyen, koruyucu bir islev görür.
Halk arasinda idrar söktürücü adi da verilen bazi maddeler 'ADH'nin salgilanmasina mani olur. Bu durumda böbrekler idrar üretip üretmeyeceklerine karar veremezler ve sonunda üretmeye devam ederler. Mevcut dengenin bozuldugunu bilmeden suyu disari atarlar, insani tuvalete gitmeye mecbur birakirlar ve vücudun kurumasina sebep olurlar.
Vücudumuzdaki bu hormonu en çok etkileyen maddelerden biri de alkoldür. Birayi bolca içince, içindeki alkol nedeni ile 'ADH'den sinyal de gelmeyince böbrekler fazla mesai yaparak vücuttaki suyu idrar haline getirirler. Tabii biranin sivi kisminin da buna katkisi vardir, ama ayni sürede, ayni miktarda su içildiginde bu kadar tuvalet ihtiyaci duyulmaz.
Aslinda ayni durum tüm alkollü içeceklerde de geçerlidir. Içilme zamani ve miktari biraya esdeger oldugunda ayni etki onlarda da görülür. Bu hormonu etkileyen bir diger önemli madde de kafeindir. Kahve ile birlikte yeterli kafein alindiginda 'ADH' salgilanmasi durur ve böbrekler idrar üretmeye devam eder.
Görüldügü gibi içki içmenin sonuçlarindan birisi de vücudun kurumasidir. Buna karsi vücutta susama ile birlikte acikma duyusu da uyarilir. Kaybedilen suya karsi gece yarisi yemek yeme ihtiyaci duyulur. Durum buna uygun degilse sabah kalkildiginda bir sürahi su içilir.
Kiz Kulesi
Marmara Denizi'ni geçip Istanbul Bogazi'na girerken Üsküdar-Salacak kiyisi açiklarinda küçük, sevimli, beyaz bir yapi göze çarpar. Kiz Kulesi olarak taninan bu yapi Istanbul'u simgeleyen nadide eserlerden biridir. Tarihi çok eskilere giden Kiz Kulesi'nin adi etrafinda birçok söylence var. Bunlardan biri Bizans imparatorunun kiziyla ilgilidir. Söylenceye göre kahinler imparatora kizinin yilanlar tarafindan zehirlenecegini söylerler. Imparator bunun üzerine Kiz Kulesi'ni yaptirir ve kizini yilanlarin erisemeyecegi bu yerde saklar. Ama bir gün kuleye götürülen üzüm sepeti içine gizlenen yilan kizi sokarak ölümüne yol açar.Bir baska söylence 8. yüzyilda yasadigi sanilan Arap destan kahramani Battal Gazi ile ilgilidir. Buna göre Istanbul önlerine kadar gelen Battal Gazi, Üsküdar tekfurunun kizina asik olur. Istanbul'u almak için yedi yil bekleyen Battal Gazi, Sam'in fethiyle görevlendirilip kent önlerinden ayrilinca tekfur da kizini saklamak için Kiz Kulesi'ni yaptirir. Ama bir süre sonra Sam' dan dönen Battal Gazi kuleyi ele geçirir, kizi ve tekfurun hazinesini alip kaçar.
Silgi Nasil Siliyor?
Bir kursun kalemin yazi yazan kismi kursun degil grafittir. Grafit ise bir nevi karbon bilesimidir. Yazi yazarken kursun kalemin kagit üzerine biraktigi iz ucundaki karbonun kagit tarafindan asindirilip tutulan kismidir.
Kagidin üzerindeki kursun kalem izlerine mikroskopla bakildiginda 2 ila 10 mikrometre, yani bir saç kilindan 6 kez küçük çapta kumlu, köseli taneciklerden olustugu görülür. Kursun kalem izini olusturan bu minik grafit noktalari, kagidin yüzeyinin biraz altinda kagidin lifleri ile iç içe geçmis durumdadirlar.
Silginin kagidin liflerine karismis bu grafit parçaciklarini çekip çikarmasi silgi ile kagit arasindaki sürtünmenin yarattigi bir asinmadir. Lastik silgi, yumusakligi sayesinde kagit liflerine nüfuz eder, kagidi asindirip çok ince bir tabakasini kaldirirken grafit parçalarini da çekip çikarir.
Bir kagittaki yaziyi sildikten sonra, kagit üzerinde biriken parçaciklara mikroskopla 200 kere büyütülüp bakildiginda, bunlarin içine grafit konulmus sigara böregi rulolari halinde olduklarini görürüz. Grafit parçalarinin bir kismi da lastigin üzerine yapisip kaldigindan silginin kullanilan yerinin rengi de koyulasir.
Sonuç olarak silgi sadece yumusak bir lastiktir. Kagidi oldugu gibi birakip sadece yazilari silmez. Ovalama ve asindirma prensibine göre çalistigindan kagidin bir tabakasini da yerinden çikarir. Bu nedenle ayni yere yazilan yazi tekrar tekrar silinemez, birkaç silis sonunda kagidin o yerinde bir delik meydana gelir.
Kagida yazilan yazi hemen aninda silgi ile silinirse kolaylikla çikar. Eger aradan bir süre geçmisse ne kadar ugrasilirsa ugrasilsin, ne kadar sert bir silgi kullanilirsa kullanilsin çizgi tam anlamiyla çikmaz, muhakkak kagitta iz birakir. Bunun sebebi kalemdeki grafitin mumlu bir özellige sahip olmasidir.
Yaziyi yazarken bu yumusak balmumumsu madde de, grafit parçaciklari ile birlikte kagidin lifleri arasindaki bosluklardan içine nüfuz eder. Zamanla bu mumlu kisim hem sertlesir hem de havanin etkisiyle oksitlenir, grafit parçaciklarinin kagidin bünyesine sikica tutunmalarini saglar. Bu hale gelmis grafit, kagidin daha derin tabakalarina indiginden silgi ile kolayca asindirilamaz, kagidin üst tabakalari alinsa dahi yazi tam olarak silinemez.
Kirtasiyecilerde beyazdan turuncuya, yesilden kirmiziya rengarenk silgiler bulunur. Bu renklendirmenin ana amaci silginin çocuklar için çekiciligini arttirmaktir. Renklerin bir kismi üretim asamasinda olusturulur ve lastiklerin degisik bilesim ve kalitelerini gösterirler ama neticede silgi basit bir lastiktir.
"Yapistiricilarin" Yapistirmasi Nasil Olur
Yapistiricilarin sagladigi yapisma olayi aslinda kimyasal bir reaksiyondan baska bir sey degildir. Tabiatta evini yapan ari, kayalara ve gemilerin su altindaki kesimlerine tutunan midye gibi çok iyi yapistirici üreten canlilarin sayisi az degildir.
Yapistiricilarin hikayesi tarih öncesi çaglara kadar uzaniyor. Magara duvarlarina resim benzeri sekiller yapan atalarimiz bunlari duvarlara yumurta aki, kurumus kan ve su bitkilerinin özleriyle sabitliyorlardi.
Sonralari, milattan önce 3 500 yillarindan baslayarak eski Misirlilar ve Sümerler hayvan derilerini ve kemiklerini kaynatarak daha saglam yapistiricilar yapmayi ögrendiler. Günümüzde imalatçilar yapistiricilari sentetik malzemeler kullanarak yapiyorlar. 250 temel maddeden binin çok üstünde özel türler üretiyorlar.
Yapisma olayinda benzer veya ayri malzemeden iki madde, bir de yapiskan gerekir. Burada en önemli görev yapistiricidadir. Yapistiricinin moleküllerinin diger iki madde molekülleri ile birlesme egilimi gösterir bir yapida olmalari gerekmektedir.
Aslinda iki maddeyi birbirlerine ideal bir sekilde yaklastirabilsek yapistirici bile kullanmadan birbirlerine yapisabilirler. Her iki maddenin yüzeylerindeki atomlarin farkli kutuplari birbirlerini çekerler. Pratikte ise bu olusumu saglamak mümkün degildir.
Atomlarin birbirlerini çekebilmeleri için iki cismin yüzeyleri arasindaki mesafenin milimetrenin 10 milyonda birini geçmemesi gerekir. Oysa son derecede pürüzsüz olarak görülen bir cismin bile yüzeyinde milimetrenin on binde dördü kadar yükseklikte girinti ve çikintilar vardir.
Bu durumda her iki malzeme ayni cins olsalar bile yüzeyleri hiçbir zaman ideal düzlükte olamayacagindan, aradaki bosluklari doldurmak, en fazla miktarda bag olusturarak moleküllerin birlesmesini saglamak için araya bir yapistirici gerekir.
Yapistiricinin akici ancak kurudugunda katilasip kolay kolay kopmayacak özellikte, yüzeylerin islanabilir, tamamen temiz, toz ve yagdan tamamen arindirilmis olmalari gerekmektedir. Peki nasil oluyor da bu kadar güçlü olan yapistiricilar tüpün içinde tüpe yapismadan durabiliyorlar?
Birçok yapistiricinin içinde iki tür katki malzemesi vardir. Biri yapistirici sivinin moleküllerini birlesmeye zorlar, stabilizer denilen digeri de tersi. Tüpün içinde bunlar bir halati birer ucundan çeken iki kisi gibidirler. Tüpün iç yüzeyi tamamen nötr oldugundan biri digerine üstün gelemez, denge halindedirler. Yapistirici tüpten çikinca havadaki nem stabilizer kisminin etkinligini yok eder, yapistirici sertlesir ve sürüldügü yere yapisir.
Yapistirilacak yüzeylere yapistiricidan ince bir tabaka sürülmesi tavsiye edilir çünkü fazlasi yapistiricinin kendi içinde baglar olusturup sertlesmesine yol açar.
Tüpün kapagi açildiktan sonra agiz kisminda görülen ve tüpün kullanilmasi için delinen sizdirmaz kisim da yapistiricinin hava ve nem alip tüpün içine yapismamasi için alinmis bir tedbirdir.
Dünyanin en büyük Camisi
(SAH FAISAL CAMII)Guiness Rekorlar kitabina girebilmis dunyanin en buyuk camisidir. Pakistan'in baskenti Islamabad'da bulunuyor. Yapimi 1976 yilinda baslayip, 1986 yilinda sona erdi.
Caminin alani 5000 metrekare, 700000 kisinin ibadet edebilecegi alan var. Cami bir Turk mimar olan Vedat Dalokay tarafindan dizayn edildi.
Geleneksel camilerin aksine gorunumu cok farkli. Arap cadirlari seklinde, cok genis ibadet yeri var ve 4 minareye sahip.
Caminin ic bolgesindeki duvarlarda Pakistan'in unlu sanatcisi Gul Jee'ye ait mozaikler ve kalografiler bulunmakta.
Vitaminler
Bütün vitaminler en genis açiklamalariyla okurlarimiza açildi.Hangi vitamin nerelerde var, hangi vitaminleri ne zaman daha fazla almaliyiz?
Vitaminler, vücudun metabolik gereksinimleri için vazgeçilmez olan ve vücutta yeterince ya da hiç elde edilemedigi için disaridan alinmasi gereken küçük organik moleküllerdir. Klasik olarak vitaminler, yagda ve suda eriyenler biçiminde iki gruba ayrilir. Yagda eriyen vitaminler yaglarda, pismemis sebzelerde, tahillarda, tereyaginda, balik karacigeri ve balik yaginda, kaymak ve süt gibi yagli besinlerde bulunur.
Yagda eriyen vitaminler A, D, E ve K vitaminleridir.
Suda eriyen vitaminler B grubu vitaminler ile C vitaminidir.
A vitamini (retinol veya akseroftol)
Yalnizca hayvanlarda bulunan ve yagda eriyen doymamis bir alkoldür.Sütte, yumurta sarisinda, ton ve morina baliklarinin karaciger yaginda (balikyagi) bulunur.Havuç ve havuç benzeri sari-turuncu renkli sebzelerde A vitamininin ön maddeleri vardir.
A vitamini eksikliginde gözde ve deride keratoz, kseroftalmi (göz aki ve korneanin parlakligini kaybederek kurumasi), foliker hiperkeratoz ( deri hastaligi) ve gece körlügü görülür.
D vitamini
Daha etkili oldugundan tedavide daha çok kullanilan D2 vitamini (ergokalsiferol) ve D3 vitamini (kolekalsiferol) olmak üzere iki tipi vardir.Molekül yapisi steroidlerle aynidir.D2’ nin kaynagi deridir; derideki 7- dehidrokolestrol, mor ötesi isinlarin etkisiyle vitamin D2’ ye dönüsür. D3 vitamininin kaynagi besinlerdir; daha çok et, süt ve yumurta sarisinda bulunur.
Normal olarak günes isigi alan insan vücudunda D vitamini yeterince üretilir. Ama yenidoganlarda, büyüme çagindaki çocuklarda, gebelik ve süt emzirme dönemlerindeki kadinlarda besinlerle disardan daha fazla miktarda alinmasi gerekir.
D vitamini eksikliginde çocuklarda rasitizm, yetiskinlerde osteomalazi (kemik yumusamasi) gelisir.
E vitamini (alfa-tokoferol)
Basta tahil olmak üzere ispanak, kabak, lahana, marul gibi yesil sebzelerde bol miktarda bulunur. Insanda karacigerin yani sira yagli dokularda, böbrekte, kalpte, kaslarda ve böbreküstü bezi kabugunda depolanir. Fazla olan bölümü idrar ve diskiyla atilir. Antioksidan özellik gösterir.
E vitamini eksikligi son derece ender görülür ve kansizlik biçiminde ortaya çikar.
K vitamini
Sebzelerin yesil bölümünde, ispanakta, kabakta, marulda, yesil domateste, çam ignesinde, yesil biberde bol bulunur. K vitamini insan bagirsagindaki bir grup bakteri tarafindanda üretilir. K vitamininin tamamina yakini kullanilir, yanlizca küçük bir bölümü karacigerde depolanir.
K vitamini eksikligi son derece nadirdir ve kafada, sindirim sisteminde, idrar yollarinda, akcigerlerde ve deride kanamalara yol açar. K vitamini yanlizca kanamali hastalarda eksikligini gidermek için kullanilir.
B vitamini
Suda eriyebilen, molekül yapilarinda bir azot atomu bulunan, bazi enzim sistemlerinin etkinligini arttirici koenzimler olarak islev gören 15’ e yakin degisik maddeden olusan bir vitamin gurubudur.
B1 vitamini (tiyamin)
Bugday basagi, kepek, bira mayasi, sebzeler gibi bir çok besinde bol miktarda bulunur. Memelilerin karaciger, böbrek, kalp, beyin ve bagirsaklarinda az miktarda bulunur. Sebzelerin pisirilmesi, sütün kaynatilmasi ve sterilize edilmesi (mikroptan arindirilmasi) çok miktarda tiyamin kaybina yol açar. Tiyamin ince bagirsaklardan etkin tasinma mekanizmasiyla emilir. Vücutta depolanmaz ve kullanilmayan bölümü yemekten üç saat sonra böbrekler yoluyla tamamen disari atilir.
B1 vitamini yetersizligine bagli olarak gelisen hastalik tablosunda depresyon, huzursuzluk, bellek zayifligi ve dikkat azalmasi, hipotoni (kas gevsekligi) ve anoreksi (istahsizlik) yer alir.
B2 vitamini (riboflavin)
Hayvansal besinlerde, bira mayasi, bugday basagi, yesil sebzeler, havuç, enginar, findik, yerfistigi ve mercimek gibi bitkisel besinlerde bol miktarda bulunur.
B2 vitamini eksikliginde protein olusmasi azalir ve deride yaralar, sinirsel bozukluklar ve göz bozukluklari biçiminde ortaya çikar.
B3 vitamini (nikotinamid veya PP vitamini)
Hayvansal besinlerin yanisira kabuklu bugday, limon, kabak, soya, domates, patates, bira mayasi, hurma, incir, portakal gibi bitkisel besinlerde bol miktarda bulunur.
B3 vitamini eksikliginde deriyi, sinir sistemini ve sindirim sistemini tutan pellegra adli hastalik ortaya çikar.
B5 vitamini (pantotenik asit)
Dogada çök yaygindir.Yumurta, karaciger, kalp, süt, bal, bira mayasi, kabak, tahillar, sebzeler, havuç, portakal, mantar ve taze meyvelerde bolca bulunur.
B5 vitamini eksikligi çok enderdir. Bu durumda hipoglisemi (kan sekeri düsüklügü), anemi (kansizlik), lökopeni (kanda alyuvarlarin az olmasi), dermatit (deri iltihabi), mide-bagirsak rahatsizliklari, kas kramplari, hareketlerde uyumsuzluk, asteni, uyku bozukluklari ve istahsizlik ortaya çikar.
B6 vitamini (piridoksin)
Hayvansal ve bitkisel besinlerde düsük dozda bulunur.
B6 vitamini eksikligi son derece enderdir.Bu durumda deri, sindirim sistemi rahatsizliklari ortaya çikar.
B8 vitamini (biyotin ya da H vitamini)
Karacigerde, yumurta sarisinda, bira mayasinda, pirinç kabugunda ve yesilliklerde bulunur.
Eksikligi yanlizca uzun süre çig yumurta beyazi tüketiminde ya da bagirsak florasini ortadan kaldiran sülfamitlerin ve antibiyotiklerin çok fazla alinmasindan sonra görülür.Bu durumda dermatit (deri iltihabi), istahsizlik, zayiflama, depresyon ve kas agrilari ortaya çikar.
B9 vitamini (folik asit)
Bitkilerin yesil bölümlerinde, kabakta, lahanada, ispanakta, yesil sebzelerde, patateste, havuçta, bira mayasinda, sütte, yumurtada, peynirde ve karacigerde bol miktarda bulunur.
Gelismis ülkelerde eksiklik sendromuna hiç rastlanmaz.Bu tablo yanlizca emilim bozukluklarina bagli olarak ortaya çikabilir. Folik asit eksikliginde megaloblastik anemi denen bir kansizlik biçimi gelisir. Emilim bozuklugunda ise kansizliga, glossit (diz iltihabi), stomatit (agiziçi iltihabi) ve ishal eslik eder.
B12 vitamini (kobalamin)
Karacigerde, sütte, yumurta akinda, peynirde, balikta, ette ve karideste bol miktarda,bitkilerde ise son derece az miktarda bulunur.
B12 vitamini eksiklgi, folik asit eksikliginde oldugu gibi, alyuvar yapisinda biçim bozukluguna yol açarak persinyöz ya da megaloblastik anemi denen kansizliga neden olur.Ayrica sindirim sistemi düzeyinde ve epitel dokunun beslenmesinde bazi etkileri görülür. Kansizligin yani sira hafif sarilik, istahsizlik, ishal, parestezi (karincalanma) ve uyusma gibi duyumsama bozukluklari, ataksi, isitme siniri iltihabi ve zihinsel bozukluklar ortaya çikabilir.
C vitamini (askorbik asit)
Insanlar tümünü disardan almak zorundadir.Turunçgillerde bol miktarda, ayrica taze sebzelerde, maydonozda, kabakta, soganda ve domatesde bulunur.
C vitamini eksikliginde skorbüt denen ve kil diplerinde kanamali döküntüler, diseti kanamalariyla belirlenen hastalik ortaya çikar.
P vitamini
Dogada bol bulunur.Bir çok P vitamini faktörü kanamali skorbüt tedavisinde C vitaminiyle sinerjik (arttirici) etki gösterir.Ayrica hepsi direncin artmasinda ve kilcal damar geçirgenliginin azalmasinda önemli rol oynar.
Kayin agaci bir yil içinde 300 kilogram zehiri emiyor ve disari süzüyor
* Ormanlar 50 metre genisligindeki bir otobanin trafik gürültüsünü 20-30 desibel azaltiyor.
* Yaprakli agaçlardan meydana gelen bir orman bölgesinde 50 kus türü bariniyor.
* Agaçsiz bir alana göre 8 kat daha fazla humus olusturan ormanlar toprak canlilarinin yasamasina imkân sagliyor.
* 25 metre boyunda ve 15 metre tepe çatisina sahip bir kayin agaci saatte 1,5 kilogram oksijen üretiyor.
* Bir hektar ladin ormani yilda 32 ton, kayin ormani 68 ton, çam ormani ise 30-40 ton toz emiyor.
* Hava kirliliginin yaklasik yüzde 50’si ormanlar tarafindan temizleniyor.
* Ormanlar, egzoz ve benzeri zehirli gazlar ile kirli sulari temizleme özelligine sahip.
* 100 yasindaki bir kayin agaci saatte yaklasik 40 kisinin çikardigi 2,35 kilogram karbondioksiti tüketiyor. * 100 metrekare alanda yer alan 25 metre boyunda ve 100 yas civarindaki bir kayin agaci, kökleri ve kilcal damarlari araciligiyla yilda 30 bin litre su çekiyor ve verimli topragin akmasini önlüyor. * Kayin agaci bir yil içinde 300 kilogram zehiri emiyor ve disari süzüyor.
Arabalarda hava yastiklari nasil çalisiyor?
Hava yastiklari 80'li yillarin basinda ortaya çiktiklarindan beri binlerce hayati kurtarmislardir. Aslinda hava yastiklari Ikinci Dünya Savasi sirasinda uçaklarin yere çakilmalarinda bir önlem olarak tasarlanmis ve ilk patent o zamanlarda alinmisti. Hava yastiklarinin arabalara uygulanmasinda birçok problemle karsilasildi.
Basinçli havanin araba içinde muhafazasi, süratle sismenin saglanmasi, ani sisme sirasinda yastigin patlamasinin veya kisiye zarar vermesinin önlenmesi vs... Hava yastiginda üç ana parça vardir. Birincisi yastigin kendisi ki, ince naylon iplikten yapilmis ve konsolda bir silindir üzerine sarilmistir.
Aslinda sürücü tarafindaki hava yastigi digerlerinden farklidir. Digerleri tipik bir silindir seklinde iken sürücü tarafindaki direksiyonun ortasina uyacak sekildedir. Ikinci olarak yastiga ne zaman sisecegini bildiren, arabanin ön tarafinda bir sensör vardir. Bir tugla duvara yaklasik saatte 15 - 25 kilometre süratle çarpildiginda olusacak kuvvet karsisinda sinyal verecek sekilde ayarlanmistir.
Son olarak da sisirme sistemi vardir. Hava yastiklari sikistirilmis veya basinç altindaki havanin veya bir gazin saliverilmesiyle sismezler. Bir kimyasal reaksiyonun sonucunda siserler. Bu kimyasal reaksiyonun ana maddesi 'sodyum azide'dir, yani NaN3. Normal sartlarda duragan olan bu molekül isitilinca aninda ayrisir ve ortaya nitrojen gazi çikar. Çok az miktarindan, yani 130 gramindan 67 litre nitrojen çikabilir.
Ancak bu ayrismadan ortaya bir de sodyum (Na) çikar ki, çok reaktiftir. Su ile birlesince vücuda bilhassa gözlere, buruna ve agza agir tahribat verebilir. Bu tehlikeyi önlemek için hava yastigi üreticileri kimyasal reaksiyonda sodyum ile birlesebilecek bir gaz daha kullaniyorlar ki, bu da potasyum nitrattir (KNO3). Bu reaksiyondan da yine ortaya nitrojen çikar.
Arabanin önündeki sensör belli bir seviyenin üstündeki çarpmada, NaNS'ün bulundugu tüpe bir elektrik sinyali gönderir. Burada çok küçük bir spark olusur ve bunun yarattigi isidan da NaN3 çözülür, açiga çikan nitrojen hava yastigina dolarak sisirir. Burada ilginç olan sensörün çarpmayi algilamasi ile yastigin sismesi arasinda geçen zamandir.
Sadece 30 milisaniye yani 0.030 saniye. Bir saniye sonra yastik üzerindeki özel delikler vasitasi ile kendi kendine söner ve kazazedeye devamli baski yapilmasina mani olur
TÜRK'ün anlami
Türk adina çesitli kaynak ve arastirmalarda türlü manalar verilmistir.
Çin kaynaklari Tu-küe (Türk)'ü migfer olarak , Islam kaynaklari ise ses benzetmesine dayanarak terkedilmis,olgunluk çagi ve benzeri manalar vererek yeni anlamlar üretmistir.
XIX. asirda A. Vambery'nin ilmi izaha yakin olan fikrine göre ise Türk kelimesi "TÜREMEK" ten gelmektedir. Zira Gökalp bunu "TÜRELI" yani kanun ve nizam sahibi olarak açiklamistir.
Ancak Türk sözünün cins isim olarak "GÜÇ-KUVVET" manasinda oldugu, buradaki Türk kelimesinin milletin adi olan "Türk" kelimesi ile ayni oldugu A.V. Le Coq tarafindan ileri sürülmüstür. Bu iddia Kök-Türk kitabelerinin çözücüsü olan V. Thomsen tarafindan kabul edilmis,ayni iddia G. Nemeth'in tetkikleri ile de ispat edilmistir.
Ayrica Türk kelimesinin cins isim olarak "ALTAYLI" (Ceyhu ötesi Turanli) kavimlerini ifade etmek üzere 420 yillarina ait bir Pers metninde,daha sonradan 515 hadiseleri dolayisiyla "Türk-Hun"(Kudretli-Hun) tabirleride geçtigi bilinmektedir.
Iran kaynaklarinda Türk sözü "Güzel Insan" karsiliginda kullanilirken, XI. yy'da Kaskarli Mahmut "Türk adinin Türkler'e Tanri tarafindan verildigini " belirterek,"Gençlik,kuvvet,kudret ve olgunluk çagi" demek oldugunu bir kez daha belirtmistir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin "Güçlü-Kuvvetli" anlamina geldigini kabul etmektedirler
Sarimsak Neden Kokar?
Sarmisak ismi eski Türkçe'deki 'sarmusak'dan gelir. Bu nedenle sarimsak degil de sarmisak demek daha dogru olur. Sarmisak, soganin yakin akrabasidir. Pirasa da 'allium' denilen bu ailenin bir üyesidir. Sarmisagin anavatani Hindistan olarak biliniyor. Tarihin ilk çaglarinda Sümerler ve Misirlilar tarafindan ilaç olarak kullanilmis, yemeklere verdigi lezzet özelligi daha sonra anlasilmistir. Yunan uygarliginda, karsilasacaklari vampirlere karsi kullanmalari için Olimpiyat atletlerinin yanina verilmis, bu inanç ortaçag Avrupa'sinda da kabul görmüs, kurt adamlar ve vampirler gibi seytani güçlere karsi boyunlara ve evlerin duvarlarina asilmistir. Yunan ve Roma imparatorluklarinda asiller, kokusu nedeniyle sarmisaga burun kivirmis, yiyenler tapinaklara sokulmamis, ona 'pis kokulu gül' adi verilmistir. Brahman rahiplerinin sarmisak yemeleri yasaklanmistir. Ortaçagda Ispanyol kraliyet aileleri, Ingiliz soylulari ve sonradan Amerika'ya yerlesen koloniler de sarmisak düsmani olarak vampirlerin tarafinda yer almislardir. Asirlar boyu kokusu nedeniyle itilip kakilan sarmisagin insan sagligi üzerindeki mucizevi olumlu etkileri, sonunda biraz geç de olsa fark edilmis, sarmisak ilaç endüstrisinde yerini almis, gida uzmanlarinin en çok önerdikleri bir yiyecek haline gelmistir. Sarmisagin kokusu, bünyesindeki kükürtten kaynaklaniyor. Aslinda bir dis sarmisak kokusuz bir kükürt bilesigi içeriyor. Bu bilesik, sarmisak kesildiginde, ezildiginde ya da çignendiginde, hava ile temas edip 'diallyl sulphide' denilen baska bir kükürt bilesigine dönüsüyor. Sarmisaga ünlü kokusunu veren 'diallyl sulphide' geçici bir bilesik olup, pisirme karsisinda bozulur bu da sarmisagin antibiyotik etkisini kaybetmesine yol açar. Sindirim yoluyla kana karistigindan, nefes ve ter yoluyla disari atilirken çevreye yayilan bu kuvvetli ve keskin kokuyu yok etmenin bir yolu, soyar soymaz, hava ile temas etmesine fazla zaman birakmadan yemektir. Yedikten sonra bir tutam maydanoz veya kahve tanesi çignemek de kokuyu önler. Son zamanlarda piyasaya sürülen sarimsak tabletleri, özel bir madde ile kapli olduklarindan midede hazmedilinceye kadar koku salmazlar. Sarmisagin kokusunun yaninda küçük bir kusuru daha vardir. Lahana, fasulye, sogan gibi yogun bagirsak gazlarina sebep olur.
@ Sembolünün Anlami
Biraz komik görünümlü, kuyrugu tepesinden dolasan bu küçük 'a' harfi, internetle beraber günümüzde en çok kullanilan sembollerden biri olmustur. Sembolün gerçek orijini tam olarak bilinmemektedir. Dünya üzerinde genel kabul görmüs ortak bir isminin olmamasi da sasirticidir. En çok kabul gören ismi Ingilizce'deki 'at sign'dir. Bu sembole Almanlar 'at zeichen', Ispanyollar 'arroba', Fransizlar 'arobase', Japonlar ise 'atto maak' adini vermislerdir.
'@' sembolü birçok ülkede sekil olarak degisik hayvanlarla özdeslestirilir. Internet erisimi olan herkesin adres veya telefon numarasinin bir çesit karsiligi olan e-posta (e-mail) adresi vardir. Iki bölümden olusan bu elektronik posta adresini @ sembolü ikiye ayirir. Önceki kisim kisisel ad olan posta kutusunu, sonraki kisim ise internet servis saglayicinin adini belirler.
Ikinci kisimdaki son birkaç karakter genellikle o kisinin bagli oldugu kurulusu ve ülkeyi gösterir. Örnegin, 'com' (ticari), 'gov' (hükümet), 'net' (ag organizasyonu), 'edu' (egitim), 'mil' (askeri) gibi. Bunlarin disindakiler de 'org' (organizasyon) uzantisini tasirlar. Bunlardan sonra gelen karakterler ait oldugu ülkeyi belirlerler, tr (Türkiye), uk (Ingiltere), fr (Fransa) gibi. 'us' uzantisini kullanmasi gereken ABD genellikle bir ülke kodu uzantisi kullanmaz.
@ sembolünün orijini bir muammadir ama yine de iki hikaye var. Birinci hikayeye göre @ sembolünü Ortaçag kesislerinin yorgun elleri yaratmistir. Matbaanin icadindan önce çogunlugu din konulu olan kitaplarin her bir kopyasi elle yaziliyordu. Bu uzun ve yorucu isi kesisler yapiyorlardi, 'Tarafina, dogru, halinde içinde, yaninda, hususunda üzerinde, beherine' gibi çesitli birçok anlama gelen, Latince 'ad' kelimesinden türemis 'at' kelimesi her ne kadar kisa bir kelime idiyse de kitaplarda o kadar çok tekrar ediliyordu ki sonunda usanan kesisler onu tek el hareketi ile yazacak sekilde, 't' yi 'a'nin üzerinden sola dogru asirarak @ sekline dönüstürdüler.
Ikinci hikayeye göre sembol 'amphora' kelimesinin kisaltilmasiydi. O zamanlar 'amphora', hububat, baharat ve saraplarin tasindigi firinda pisirilmis küplerin ölçüm birimiydi. Giorgio Stabile isimli bir Italyan arastirmaci 1492 tarihli Latince - Ispanyolca sözlükte 'amphora'nm bir agirlik ölçüsü olan 'arroba'ya çevrildigini kesfetti. Ispanyollarin hala@ isaretini 'arroba' diye isimlendirmelerinin sebebi de bu olmalidir.
Stabile ayrica, Floransali tüccar Francesco Lapi'nin 1536'da yazdigi bir mektupta @ isaretini kullandigini da tespit etti. Isaret ayni zamanda uzak mesafeler arasi ticareti belirtmek için de kullaniliyordu ama 18. yüzyilda kullanilisi birim basina bir fiyati göstermek içindi. Örnegin, tanesi 5 Peni'den 10 portakal alinsa '10 portakal @ 5 Peni' seklinde 'her biri' anlaminda yaziliyordu.
@ isareti ilk olarak 1885'te yazi makinelerinin ilk örnegi olan Underwood'un klavyesinde kullanildi. E-posta adresinin bir parçasi olarak ise ilk olarak 1977 yilinda Roy Tomlinson tarafindan kullanilmistir. Tomlinson'un amaci ise kimsenin adinda bulunmayan ve karisikliga yol açmayacak bir isareti kullanmakti.
Cemre Düsmesi Nedir?
Cemrenin kelime anlami 'kor halindeki ates'tir. Ilkbahar baslamadan önce birer hafta araliklarla havaya, suya ve topraga düstügüne ve onlari isittigina inanilir. Eskiler 365 günlük yili 'kasim' ve 'hizir' günleri olarak ikiye ayirmislardi. Kasim 179, hizir ise 186 gündü. Yilin kasim kismi yani kis devresi 8 kasimda baslar, 6 mayisa kadar sürerdi. 6 mayista da hidirellez ile birlikte yaz devresi, hizir günleri baslardi. Kasim ayina kasim dememiz oldukça yenidir. 1945 yilinda ilgili kanun yürürlüge girene kadar, kasim ayma 'tesrinisani' denilirdi. Kasim adi Arapça 'bölen' anlamindadir. Yili böldügü için bu ad verilmis olabilir.
Kasimin kirk altisinda, kirk gün anlamina gelen 'erbain', ****en altisinda da elli gün anlamina gelen 'hamsin' baslar, böylece kisin en soguk zamanlari olan doksan günlük süre geçmis olurdu. Kasim günlerinin ortasini geçip yüz gün arkada kalinca halk arasinda zorlu kis günlerini arkada birakmanin bir ifadesi olarak 'geldik yüze, çiktik düze' denilirdi.
Kasimin yüz besinde (19-20 subat) birinci cemrenin havaya, yüz on ikisinde (26-27 subat) ikincisinin suya, yüz on dokuzunda da (5-6 mart) üçüncü cemrenin topraga düstügüne ve yedi günlük araliklarla buralari isittiklarina inanilirdi. Cemrelerin düsüs siralamasinda önce hava isiniyormus gibi görünse de hava dogrudan günes isinlari ile isinmaz.
Günes'ten gelen isinlar önce yeri isitirlar, yerden yansiyan isinlar havayi isitirlar. Aksi olsaydi, yükseldikçe, daglarin tepesine çiktikça, Günes'e yaklasildigi için hava gittikçe isinirdi.
Meteorolojik olarak isinma siralamasi toprak - hava- su seklindedir. Cemre her ne kadar folklorik bir inanis olsa da, cemreler arasindaki günlerde hava sicakliginda az da olsa düsüsler yasansa da, özellikle Marmara bölgesine ait istatistiklere göre, cemre tarihlerinde yüzde 80'e varan oranda isinma meydana gelmektedir. Cemreler Türk dünyasinin kültür ve edebiyatina da konu olmuslardir. Örnegin, divan sairlerinin cemre zamanlan, baharin yaklasmasi dolayisiyla önemli kisiler için yazdiklari övgü siirlerine 'Cemreviye' denilirdi.
Bermuda Seytan Üçgeni
Paranormal konulara ilgimizi çeken kitaplardan bir tanesi idi Bermuda Seytan Üçgeni, yani Bermuda Triangle. Burada bir sürü deniz araci arkalarinda iz birakmadan kaybolmustu. Bir süre üzerinde konusuldu ve olaylar açiklanamadi sonralari ise burada kaybolma olaylari sona erdi ve ilgi alanindan çikti. Tabi bundan sonra paranormal avcilar baska bölgelere de uzandilar, örnegin Japon seytan denizi veya sargasso denizi gibi. Konumuzla ilintili yayin yapan sayfalarda buralari hakkinda az da olsa bir malumat var. Özellikle bazi kisiler hala merak ediyor. Bu sebeple bizimde paranormal bölümümüzde bulunmasi gerek diye düsündüm, ama zamanimiza uyan teknikler ile. Bermuda seytan üçgeni olarak bilinen yer bati Atlantik okyanusunda, üçgen bir koordinat içinde kalan esrarengiz bir alan. Yaklasik olarak 1.140.000 kilometre çapinda.
Bölge Bermuda Adasi ile güney Florida arasinda kaliyor. Bu bölgenin ilk raporlari 15 inci yüzyila ait. C. Colombus dan geliyor. Daha sonralari takip edile bilinen raporlar 19 uncu yüzyilin ortalarindan itibaren basliyor. En önemli rapor ise 1945 deki flight 19 denilen hava filosunun komple burada iz birakmadan kaybolmasi. Bundan sonra bölge dikkati çekmeye basliyor.1942 de Colombus burada navigasyon cihazlarinin iyi çalismadigini, yanlis yönleri gösterdigini söylüyordu. Bu konu ilk defa Vincent H. Gaddis adli bir arastirmaci tarafindan 1964 yilinda bilimkurgu mecmuasi Argosy de duyuruldu. Bizim bildigimiz C.Berlitz ise 1974 de bu bilgiler üzerine yazdigi kitabi ile Best Seller ünvanina ulasmisti. Bu bölge üzerinde iz birakmadan kaybolan araçlarin (deniz,hava ) adedi yaklasik olarak 200 adet. Henüz bir açiklama getirilmis degil . Yani kaybolan uçaklari bir kenara birakin buradaki gemileri bile su alti arastirmasi ile bulmak mümkün olmamis,
Daha sonralari yayinlanan The Bermuda Triangle Mystery Solved by Larry Kusche adli kitap da dogrusu hem ilgi görmedi hem de yazilan teoriye inanilmadi. Gelelim burasi hakkindaki bazi teorilere
-USO veya UFO lar tarafindan insan ve araçlar kaçirildilar.
-Atlantis burada batti, bu sebeple halen bazi su alti medeniyetleri var ve kaybolmalara sebep oluyorlar. Piri Reis haritasindaki The Island of Hispaniola aslinda Atlantis'dir diyorlar.
-Burada baska zamanlara açilan bilmedigimiz bir kapi var, bazi kondisyonlarda açiliyor ve araçlar buradan degisik bir mekan ve zamana atliyorlar.
KAYBOLAN UÇAK LISTESI
Piper Aztec N1435P,December 21, 1979
Beech 58 Baron N9027Q,February 11, 1980
Piper Turbo Arrow N505HP,July 5, 1982
Beech H35 Bonanza N5999,September 28, 1982
Piper Navajo N777AA,October 20, 1982
Beech Queen Air 65-B80 ,November 5, 1982
Cessna T-210-J N2284R,October 4, 1983
Cessna 340A N85JK,November 20, 1983
Cessna 402B N44NC,March 31, 1984
Cessna 337 N505CX,January 14, 1985
Cessna 210k Centurion N9465M,May 8, 1985
Piper Cherokee Lance N8341L,July 12, 1985
Piper Navajo N3527E,March 26, 1986
Twin Otter charter,August 3, 1986
Cessna 402C N2652B,May 27, 1987
Cessna 401 N7896F,June 7, 1987
Cessna 152 N757EQ,December 21, 1987
Beech Queen Air N884G,February 7, 1988
Cessna 152 N4802B,January 24, 1990
Piper Cherokee N7202F,June 5, 1990
Piper Comanche N8938P,April 24, 1991
Grumman Cougar N24WJ,October 31, 1991
Cessna 152 N93261,September 30, 1993
Piper Cherokee Six N69118,August 28, 1994
Piper Aztec N6844Y,September 19, 1994
Piper Cherokee II N5916V,December 25, 1994
Aero Commander 500-B N50GV,May 2, 1996
Piper Cherokee Archer N25626,August 19, 1998
Aero Commander 500 N6138X,May 12, 1999
KAYBOLAN GEMI LISTESI
Distant Horizons,Disappearances long ago
Marine Sulphur Queen,A 504-foot T-2 Tanker
s.s. Poet,A 520-foot cargo ship
Silvia L. Ossa,A 590-foot ore carrier
Samkey,A 416-foot Liberty Ship
For Whom the Bell Tolls,Freighters posted missing
Ride the Savage Sea
A Fleet of Yachts:
Witchcraft,December 22, 1967
Polymer III,A 43-foot power yacht, 1980
Kalia III,A 38-foot sailing yacht, 1980
Saba Bank,A 54-foot yacht, 1974
Drifters ve daha bir çogu
Arilar
500 gram bal için arilar, 3 milyon 750 bin defa çiçege konup kalkiyor. Bir kg bal için ise 40 bin tane ari, 6 milyon çiçegi dolasiyor. Bal arilari bir petegi doldurabilmek için 100 milyon çiçegin nektarini emiyor ve 100.000 km kanat çirpiyor. Bu deli çalismanin arasinda, dönüp dönüp öbür ari benim kadar dolasiyor mu? diye kontrol geregi de duymuyorlar.
Birbirlerine tam bir güven içinde sadece hedeflerine odaklanmislar! Neredeyse kölesi oldugumuz bilgisayar saniyede 16 milyar aritmetik islem yaparken, bilgisayarin dogadaki rakibi bal arilari bu sürede daha az enerji harcayarak 10 trilyonluk islem yetenegine sahip. Demek ki bilgisayarda hala Bill Gates in kesfedemedigi bir seyler var.
Bir koloninin pazarlanacak 1 kg bal üretmesi ve yasamini sürdürebilmesi, için 8 kg bal tüketmesi gerekiyor. Bu da koloninin 6 kez dünya çevresini dönmesi demek…
Onlar bu isi canla basla yapiyor ve genetik olarak nesilden nesile aktarilmis bir tembellik asla söz konusu olmamis! Bu ari cumhuriyetinde Cinlik yapmak için birkaç gram bal da kendime saklayayim diye petegi hortumlayana da simdiye dek rastlanmamis.
Hepsi günesin kalk ziliyle çalismaya baslayip, günesin ‘paydos ziliyle dinlenmeye çekiliyorlar.
Hiçbir ari, kraliçe hanim isin kaymagini yiyecek diye ben geberene kadar çalismam abi’de dememis, birlikten ve kovandan çikinini alip baska yollara düsüp baska bir kovanda cumhuriyet kurmayi düsünmemis!
Arilari örnek almamiz gerekiyor, degil mi…
AHILIK NEDIR ?
"Ahi" sözcügünün kökeni konusunda dil bilimcileri arasinda görüs birligi yoktur. "Ahi" kelimesi, Arapça "kardes" anlamina gelmektedir. Ancak, Divanü Lûgati't Türk'te "Ahi" kelimesi eli açik, cömert, yigit anlamina gelen "aki" kelimesinden türedigi kaydedilmektedir.
Terim olarak Ahilik ise, XIII. yüzyilin ilk yarisindan XIX . yüzyilin ikinci yarisina kadar Anadolu'da, Balkanlarda ve Kirim'da yasamis olan Türk Halkinin sanat ve meslek alaninda yetismelerini, ahlâki yönden gelismelerini saglayan bir kurulusun adidir.
IKTA NEDIR ?
Hazineye ait olan topraklarin ordu ve devlet mensuplari arasinda bölüsülmüstür. Bunu karsiliginda bu toprak sahipleri devlete gelirleri oraninda asker yetistirmektedirler.
Iktanin Özellikleri :
Ilk defa Nimamülmülk tarafindan kuruldu.Maas karsiligi komutan ve devlet adamlarina verilmektedir.Ikta sahipleri bu toprak karsiliginda asker yetistirmektedirler.Ikta sahipleri devlet hizmetinden arz edilirlerse iktalari ellerinden alinirdi.Ikta sahipleri tespit edilmis olan vergilerden fazlasini talep edemezlerdi. Halkin Ikta sahiplerinden sikayet etme haklari bulunmaktaydi. Iktalarini iki yil üst üste islemeyenlerden iktalari alinirdi. Toprak üzerinde çalisan halk devletin denetimindedir. Topragi isleyen halk bunu geçici tapu ile islerdi.Topragi ekip biçen kisi ölünce, topragi isleme hakki erkek evladinin olurdu.
Iktanin Faydalari:
Devlet hazinesinden para çikmadan devlet memur ve askerlerin maasinin ödenmesi Devlet hazinesinden para çikmadan güçlü bir ordunun kurulmasi Ikta sahipleri bulunduklari bölgelerin asayisler ve güvenligi saglamaktaydilar. Göçebe Türkmenlerin köylülere yaptiklari baskilari önlemek. Ikta sahipleri, bulunduklari bölgedeki suçlulari ve zanlilari yakalar. Çiftçiler denetim altina alinmaktadir. Üretimin artmasi saglanmaktadir.
LONCA SISTEMI NEDIR ?
Osmanlida, tarim da oldugu gibi sanayi üretimi de devlet kontrolündeki loncalar eliyle yürütülüyordu. Kapali bir ekonomi sistemi uygulamasini benimseyen Osmanli Imparatorlugu, loncalar sistemiyle üyelerine çalisma zevki, meslek disiplini, dürüstlük, kanaatkarlik gibi saglam ahlaki kurallari asiliyor, standartlari ayakta tutuyor ve haksiz rekabeti önlüyordu. Hükümetin müdahalesi loncalarin iç islerine kadar etkili olmamakta, loncaya bagli imalat birimlerinin ürettikleri mallarin kalite, miktar ve fiyatlarinda olusmaktaydi.
Böylece lonca sistemi, ham maddelerin arz ve talebini tanzim eden bir mekanizma olarak islerdi. O dönemde pamuk, ipek, kereste ve demir gibi maddelerdeki üretim güçlükleri ve üretimdeki yetersizlikler dolayisiyla piyasaya her zaman talebi karsilayacak ölçüde bu ürünler sevk edilemezdi. Osmanli ekonomik sisteminde hammaddelerin loncaya mensup ustalarin eline normal fiyatlar üzerinden ve onlardan hiçbirisini issiz birakmayacak sekilde dagitilmasi büyük bir önem arz ederdi. Bazi maddelere sik konan ihracat yasagi veya bu maddelerin stokçular tarafindan satin alinmasini önleyen tedbirler lonca üyelerinin issiz kalmasini önlemek için alinirdi.
Osmanli ekonomi sisteminin çalismasinda, üretilen mallarin pazarlanmasini yapan esnafta ayni sekilde loncalar halinde teskilatlanmislardi. Fiyatlar da hükümet ve lonca temsilcileri tarafindan tespit edilirdi. Bu suretle lonca her is kolunda arz ve talep arasinda bir denge saglardi.
Ülkeler ve Baskentleri ?
AVRUPA
ÜLKE :arrow: BASKENT
Almanya :arrow: Berlin
Andorra :arrow: Andorra La Vella
Arnavutluk :arrow: Tiran
Avusturya :arrow: Viyana
Belarus :arrow: Minsk
Belçika :arrow: Brüksel
Bosna ve Hersek :arrow: Saraybosna
Bulgaristan :arrow: Sofya
B.Britanya ve K.Irlanda :arrow: Londra
Çek Cumhuriyeti :arrow: Prag
Danimarka :arrow: Kopenhang
Estonya :arrow: Tailin
Finlandia :arrow: Helsinki
Fransa :arrow: Paris
Hirvatistan :arrow: Zagrep
Hollanda :arrow: Amsterdam
Irlanda Cumhuriyeti :arrow: Dublin
Ispanya :arrow: Madrid
Isveç :arrow: Stockholm
Isviçre :arrow: Bern
Italya :arrow: Roma
Izlanda :arrow: Reykjavik
KKTC :arrow: Lefkose
GKRY :arrow: Nicosia
Lettonya :arrow: Riga
Liechtenstein Prensligi :arrow: Vaduz
Litvanya :arrow: Vilnus
Lüksemburg :arrow: Lüksemburg
Macaristan :arrow: Budapeste
Makedonya :arrow: Üsküp
Malta :arrow: Valletta
Moldova :arrow: Kisinev
Monako :arrow: Monako
Norveç :arrow: Oslo
Polonya :arrow: Varsova
Portekiz :arrow: Lizbon
Romanya :arrow: Bükres
Rusya Federasyonu :arrow: Moskova
San Marino Cumhuriyeti :arrow: San Marino
Sirbistan-Karadag :arrow: Belgrad
Slovakya :arrow: Bratislava
Slovenya :arrow: Ljubljana
Türkiye :arrow: Ankara
Ukrayna :arrow: Kiev
Yunanistan :arrow: Atina
Afganistan :arrow: Kabil
Azerbaycan :arrow: Bakü
BAE :arrow: Abudabi
Bahreyn :arrow: Manama
Banglades :arrow: Dakka
Bhutan :arrow: Timbu
Ermenistan :arrow: Erivan
Gürcistan :arrow: Tiflis
Hindistan :arrow: Yeni Delhi
Irak :arrow: Bagdat
Iran :arrow: Tahran
Israil :arrow: Tel-Aviv
Katar :arrow: Doha
Kazakistan :arrow: Astana
Kirgizistan :arrow: Biskek
Kuveyt :arrow: Kuveyt
Lübnan :arrow: Beyrut
Maldiv Adalari :arrow: Male
Nepal :arrow: Katmandu
Özbekistan :arrow: Taskent
Pakistan :arrow: Islamabad
Srilanka :arrow: Kolombo
Suriye :arrow: Sam
Suudi Arabistan :arrow: Riyad
Tacikistan :arrow: Dusanbe
Türkmenistan :arrow: Askabad
Umman :arrow: Maskat
Ürdün :arrow: Amman
Yemen :arrow: San' a
Birmanya :arrow: Rangun
Brunei :arrow: Bandar Seri Begawan
Çin :arrow: Pekin
Dogu Timör :arrow: Dili
Filipinler :arrow: Manila
G.Kore :arrow: Seul
Indonezya :arrow: Jakarta
Japonya :arrow: Tokyo
Kamboçya :arrow: Pnom Penh
K.Kore :arrow: Pyongyang
Laos :arrow: Vientian
Malezya :arrow: Kuala Lumpur
Mogolistan :arrow: Ulan Batar
Singapur :arrow: Singapur
Tayland :arrow: Bangkok
Vietnam :arrow: Hanoi
Avustralya :arrow: Canberra
Fiji :arrow: Suva
Kiribati :arrow: Tarawa
Marshall Adalari :arrow: Majuro
Mikronezya Federe Devletleri :arrow: Palikir
Nauru :arrow: Yaren
Palau Adalari :arrow: Koror
Papua Yeni Gine :arrow: Portmoresby
Solomon :arrow: Honiara
Samoa :arrow: Apia
Tonga :arrow: Nuku ' alafa
Tuvalu :arrow: Fongafale
Vanuatu :arrow: Port Vila
Yeni Zelenda :arrow: Wellington
Angola :arrow: Luanda
Benin :arrow: Porto-Nouo;Kotonu
Botsvana :arrow: Gaborone
Burundi :arrow: Bulumbura
Cezayir :arrow: Cezayir
Cibuti :arrow: Cibuti
Çad Cumhuriyeti :arrow: N.Djamena
Demokratik Kongo Cumhuriyeti :arrow: Kinshasa
Ekvator Ginesi :arrow: Malabo
Eritre :arrow: Asmara
Etiyopya :arrow: Addis Ababa
Fas :arrow: Rabat
Fildisi Kiyisi(Cote d'Ivoire) :arrow: Yamooussoukro
Gabon :arrow: Libreville
Gambiya :arrow: Banjul
Gana :arrow: Accra
Gine :arrow: Konakri
Gine-Bissau :arrow: Bissau
G.Afrika :arrow: Pretoria
Kamerun :arrow: Yaunde
Kenya :arrow: Nairobi
Komorlar :arrow: Moroni
Kongo Cumhuriyeti :arrow: Brazaville
Lesotho :arrow: Maseru
Liberya :arrow: Monrovia
Libya :arrow: Bati Trablus
Madagaskar :arrow: Antonanarivo
Malavi :arrow: Lilongwe
Mali :arrow: Bamako
Mauritus :arrow: Port Luis
Misir :arrow: Kahire
Moritanya :arrow: Novakchott
Mozambik :arrow: Maputa
Namibia :arrow: Windhoek
Nijer :arrow: Niamey
Nijerya :arrow: Abuja
Orta Afrika Cumhuriyeti :arrow: Bangui
Ruanda :arrow: Kigali
Sao Tome ve Principe Adalari :arrow: Sao Tome
Senegal :arrow: Dakar
Seyseller :arrow: Viktoria
Sierra Leone :arrow: Freetown
Somali :arrow: Mogadisu
Sudan :arrow: Hartum
Svaziland :arrow: Mbabane
Tanzanya :arrow: Dodoma
Togo :arrow: Lome
Tunus :arrow: Tunus
Uganda :arrow: Kampala
Volta :arrow: Uagadugu
Yesilburun Adalari (Labo Verde) :arrow: Praia
Zambiya :arrow: Lusaka
Zimbabwe :arrow: Harare
ABD -Washigton D.C
Antigua ve Barbuda - Saint John's
Bahama Adalari - Nassabu
Barbados - Bridgetown
Belize - Belmopan
Dominik Cumhuriyeti - Santo Domingo
Dominika - Roseau
El Salvador - San Salvador
Grenada - St.Georges
Guatemala - Guatemala
Haiti - Port-au-Prince
Honduras-Tequcigalpa
Jamaika - Kingston
Kanada - Ottawa
Kosta Rika - San Jose
Küba - Havana
Meksika - Meksiko
Nikaragua -Managua
Panama -Panama
Paraguay -Asuncion
Santa Kitts ve Nevis - Basseterre
Santa Lucia -Castries
Santa Vincent ve Grenadines -Kingstown
Trinidad (Tobago) :arrow: Port of Spain
Arjantin - Buenos Aires
Bolivya - Sucre
Brezilya - Bresilia
Ekvador - Quito
Guyana - Georgetown
Kolombiya - Bogota
Peru - Lima
Surinam - Paramaribo
Sili - Santiago
Uruguay - Montevideo
Venezulla - Caracas
Çivi Üstünde Yatmak?
Aslinda hiçbir çivinin ucu tam olarak sivri degildir. Imal edilis teknigi bakimindan da bu mümkün degildir. Belki gözle pek fark edilemez ama büyüteçle bakildiginda sivri uçta imal sirasindaki kesilme yeri olan minik düzlük görülebilir. Tabii bu, çivinin tahtaya, tuglaya girmesine mani teskil etmez ama kafasina çekiçle kuvvetlice vurmak sartiyla. Yoksa elle iterek veya zayif bir kuvvet uygulayarak bir çiviyi hiçbir yere sokamazsiniz.
Eger bir çiviyi elinize alir, sivri ucuna parmaginizla hafifçe bastirirsaniz parmaginizi delmedigini göreceksiniz. Siz parmaginizla çiviye bir itme kuvveti uygularken aksini de parmaginiza çivi uygular ama bu derinizi delecek güçte bir kuvvet degildir.
Simdi iki ayri parmaginizla, iki ayri çiviye öncekinin iki misli kuvvetle bastirin. Uyguladiginiz kuvvet iki parmaginiza bölünecek, her bir çiviye olan itme gücü yine ayni olacak dolayisiyla çiviler parmak derinizi yine delemeyeceklerdir.
Eger 100 adet çivi üzerine yatarsaniz, vücudunuzun agirligi bu 100 çiviye bölüneceginden, her bir çivi, vücudunuzun 100 farkli noktasina parmaginiza yaptigindan daha fazla bir aksi kuvvet uygulayamayacak, sonuçta yine derimizi delemeyecektir.
Çivilerden yapilmis bir yatagin üstüne yatmanin teknik olarak izahi budur. Hatta çivi sayisi ne kadar çok olursa tehlike o kadar azalir. Yeter ki vücut agirligi ile çivi sayisini ayarlayin, vücut agirliginiz çiviler üzerine oldugunca esit gelecek sekilde yatin. Çiviler iz birakabilirler ama delip geçemezler, çok aci da vermezler.
Aslinda çok gizemli gibi görünen, seyredenleri sasirtan ve heyecanlandiran, manevi duygularla iliskili oldugu imaji verilen bu gibi birçok gösterinin arkasinda küçük teknik hileler yatar. Ne var ki bu hileleri yapmada bile ön hazirliklar, bilinçli ve dikkatli uygulamalar gerekir.
Ekmek Neden Bayatlar ?
Bayatlamak ifadesi genellikle gidalarin tazeliklerini kaybetmeleri anlaminda kullanilir. Ekmegin bayatlamasi ise biraz farklidir. Ekmek bir gece üstü açik olarak ortalikta birakilirsa ertesi gün sertlesir. Bu, kizartma makinesinde kizartilan ekmegin sertlesmesinden degisik bir olaydir. Bunu önlemek için ekmek, üstü örtülerek kapali bir yerde veya buzdolabinda muhafaza edilir.
Açik havada ekmegin sertlesmesi, içindeki nemin buharlasmasi seklinde izah edilebilir ancak hammaddesi yine un olan bir bisküvi açikta birakilirsa tam tersi olur. Ertesi gün bisküvi yumusar.
Bisküvi adi iki defa anlamindaki 'bis' ile pismis anlamindaki 'cuit' kelimelerinden türemistir. Uzun süre saklanabilen, sert ve zaten kuru olan bisküvi aslinda az kabarmis bir pastadir. Içindeki ana maddeler, unun yaninda, süt, tereyagi, yumurta, seker ve tuzdur.
Ekmekle bisküvi arasindaki en önemli fark içlerindeki tuz ve seker miktarlaridir. Ekmekte bisküviye oranla çok az seker ve tuz vardir. Tuz ile seker ise nemi en çok çeken maddelerdir. Ikinci fark ise dokusal yapidadir. Ekmegin yapisi oldukça gözeneklidir. Bisküvinin ise yogun bir dokusal yapisi vardir.
Ekmegin gözenekli yapisinin nedeni, kendisi de eksi hamur olan ekmek mayasinin, sekerle karsilasinca, alkol ve karbon gazi olusturmasidir. Bu gaz kabarciklari ekmek hamurunu kabartir, kabarciklar arada bir patlarlar. Firinda mayali hamurun içindeki alkol, karbon gazi ve suyun bir kismi çikar, ekmek hafifleyerek gevsek ve gözenekli bir yapi kazanir.
Bu iki farktan ötürü ekmek açikta birakildiginda, havadaki nemi emmek bir yana içindeki nemi bile tutamaz, sertlesir. Halbuki bisküvi zamanla içindeki bol tuz ve seker sayesinde havadaki nemi çeker ve yumusar.
Bayatlama sadece su kaybindan degil, ekmekteki maddelerin degisiklige ugramasindan da ileri gelir. Açikta birakilan ekmekte, nisastanin içinde bulunan amiloz miktari azalir. Taze ekmegin gözenekli yapisi ve nem nedeniyle birbirlerinden ayrik bulunan nisasta taneciklerindeki moleküller azalan amiloz miktari ile birlikte birbirlerine yaklasirlar.
Bu yapi degisimi donma sicakliginin üstündeki her sicaklikta olabilir. Yani ekmegi sogukta muhafaza etmek veya buzdolabina koymak da bayatlamasinin önüne geçemez.
Çim Kokusunun Kaynagi ?
Yagmur yagan her yerde topraktan kendi kendine çikmis çimenler görülebilir. Bahçe çimi gibi dekoratif ve düzgün yapida olmasalar da dünyanin dörtte birine yakini çimenlerle kaplidir. Dünyada tabiatin bu kadar bol bahsettigi baska bir bitki yok gibidir.
Çimen tabiatta, yerde biten otlarin genel adidir. Yaklasik 7 bin cinsi vardir. Çimgillere sekerkamisi, bambu, pirinç, bugday, dari ve yulaf da dahildir, yani çimgillerin bir kismi gida maddesi olarak tüketilmektedir.
Zamanimizda çim denilince evlerin bahçelerinde ve spor alanlarinda bulunan ve biraz da sosyal statüyü gösteren, ekimi ve bakimi özen isteyen özel bitkiler anlasiliyor. Tabiattaki çimler kendi kendilerine büyürler, yagmurla gelisirler ama bahçelerdeki çimleri yesil tutabilmek için sulamanin yaninda boylarini da sik sik kesmek gerekir. Özellikle makine ile kesilen çimlerden etrafa hos bir koku yayilir.
Diger bitkilerde oldugu gibi çimlere de yesil rengi veren, fotosentez isleminin yapilmasini saglayan, klorofil denilen pigmentlerdir. Bitkilerdeki klorofilin moleküler yapisi kandaki hemoglobinin yapisi ile benzerlik tasir. Aradaki fark hemoglobindeki demirin yerine klorofilde magnezyumun bulunmasidir.
Bu tip moleküler yapiya sahip elementlerin bir ortak özelligi de hava ile temas ettiklerinde keskin bir koku yaymalaridir. Kesilen çimden yayilan kokunun nedeni de açiga çikan ve hava ile temasa geçen klorofil pigmentleridir
Bozuk Paralarin Kenarlari ?
Özellikle kagit para devrinden önce, alisveriste kullanilan paralar altin ve gümüs içeriyorlardi. Her devirde oldugu gibi, o devirde de bulunan bazi düzenbazlar, bu paralari kenarlarindan kaziyarak, çok az miktarda da olsa, bu degerli madenleri biriktiriyor, parayi da tekrar kullanabiliyorlardi.
O devirlerde tüccarlar, parayi tartiyorlar ve agirligi eksikse kabul etmiyorlardi. Tabii, para da elinizde kaliyordu. Antik para kataloglarinda dikkat ederseniz, paralarin büyük bir kisminin tam yuvarlak olmadigini görürsünüz.
Bu sorunu çözmek ve halki eksik paraya karsi korumak için bozuk paralarin kenarlari tirtilli yapilmaya baslandi. Bu tirtillar sayesinde paranin kenarinin kazindigi hemen belli oluyordu ve kenari kazinmis parayi kimse almiyordu.
Bu adet günümüze kadar devam etti. Artik içinde degerli bir maden bulunmamasina ragmen, bozuk paralarimizin kenarlarinda ya tirtil ya da bir yazi vardir.
Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklik' adi altinda sadece küsuratlari ödemede kullaniliyor. Bozuk paralar da para olma niteliklerini kanundan almalarina ragmen, kullanilmalarinda bazi sinirlamalar vardir.
Gerek kagit, gerekse madeni para olsun, her ikisiyle de yapilan ödemeleri kabul etmemek mümkün degildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki, kagit paralarda bu mecburiyet sinirsizdir. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun, bunu karsi taraf kabul etmek mecburiyetindedir.
Madeni paralarin ise mecburiyeti sinirlidir. En çok üzerlerinde yazan degerin 50 katini tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örnegin 50 bin liraliklarla, 2,5 milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasini da bozuk para ile ödeme isteginizi karsi taraf kabul etmeyebilir.
Kagit paralarin Merkez Bankasi tarafindan basildigi bilinir de, madeni paralari Maliye Bakanligi'nin çikardigi pek bilinmez. Madeni paralarin toplam para stoku içindeki orani da yaklasik yüzde l civarindadir.
Hiç dikkat ettiniz mi? Insan yüzleri kagit paralarda önden, madeni paralarda ise yandandir. Madeni paralarda yer çok küçük oldugundan, kabartma teknigi ile bir yüzün tam detayini vermek mümkün olamamaktadir. Yandan bir profil kisiyi daha iyi taninir kilmaktadir.
Semsiyeler Neden Siyahtir ?
Semsiyeler ilk olarak 3400 yil önce Mezopotamya'da, bir rütbenin, bir ayricaligin sembolü olarak kullanilmaya baslandi. Bu ilk semsiyeler Mezopotamyalilari yagmurdan degil, yakici günesten korumak için kullaniliyordu.
Semsiyeler yüzyillar boyu hep günesten korunmak için kullanildi. Bugün bile bazi Afrika kabilelerinde sefin arkasinda yürüyen bir semsiye tasiyicisi görülmektedir. Hatta Ingilizce'de semsiye anlamindaki 'umbrella' kelimesi, Latince gölge anlamina gelen 'umbra' kelimesinden türemistir.
Milattan önce 1200 yillarina gelindiginde semsiye Misirlilarda biraz dini bir anlam kazandi. Gökyüzünün Tanrinin vücudundan yapilmis, dünyayi koruyan bir semsiye olduguna inaniyorlardi ve baslarinin üzerinde tasidiklari semsiye yüksek ahlak sembolü idi.
Romalilar semsiye kültürünü Misirlilardan aldilar ama onu hep kadinsi bir sembol olarak gördüler ve erkekler tarafindan hiç kullanilmadi. Yagli kagittan yapilan semsiyelerin yagmuru da geçirmedigi görülünce, kadinlar tarafindan yagmurda da kullanilmaya baslandi. Artik antik tiyatrolarda, yagmurda kadinlar semsiyeler altinda rahat rahat otururlarken, erkekler siril siklam islaniyorlardi.
Avrupa'da semsiyelerin yaygin olarak kullanilmasina 1700'lü yillarda baslanmistir. Bu yillarda semsiyelerin yünlü kumaslarinin üstü bir çesit yag ile sivaniyordu. Bu yag kumasa su geçirmez bir özellik kazandiriyor ve siyah bir renk veriyordu. Siyah renkli bu semsiyeler erkekler tarafindan da benimsendi ve günes için olan beyaz semsiyeler kadinlarin, yagmur için olan siyahlar ise erkeklerin vazgeçilmez aksesuarlari oldu.
Bir çesit yag ile sivanan siyah semsiyeler gerçekten yagmuru hiç geçirmiyorlardi ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha kaliteli semsiyeler üretildi, ancak siyah renk su geçirmezligin bir garantisiymis gibi algilanmaya devam edildi. Günümüzde yazin semsiye kullanma adeti pek kalmadi ama yagmurda erkekler siyah semsiye tasimada hala israrli. Kadinlar ise civil civil renklerdeki semsiyelerle dolasiyorlar.
Kursunkalem Neden Altigen ?
Esasinda en kolay üretim biçimi kare kesitli kursun kalemdir ama yazarken elde tutulmasi pek kolay degildin Yuvarlak kalemlerin elde tutulmasi kolaydir ama üretimi pahalidir. Altigen kesitli kalemler ise orta yoldur. Yuvarlak kesitli kalemler kadar kullanilmasi kolay ve üretimi daha ucuzdur.
Sekiz yuvarlak kursunkalem için harcanan agaçtan, dokuz altigen kesitli kalem yapilabilir ve üretim safhasi bir kademe daha kisadir.
Tabii ki, alicilar için üretim maliyetlerinin pek önemi yoktur. Altigen kesitli kursunkalemlerin öbürlerine göre hala on bir kat daha fazla tercih edilmelerinin sebebi, belki de konuldugu masada yuvarlanip, asagiya düsmemeleridir.
Kursunkalemlerin disinin sariya boyanarak satisi 1854 yilma dayanir. Ancak 1890 yilma kadar bu rengi kullanmak çok önemsenecek bir faktör degildi.
1890 yilinda Avusturya'da L&C Hardtmuth Co. isimli sirket öyle bir kursun kalem üretti ki, diger üreticiler de bu kaliteyi yakalamak zorunda kaldilar.
Bu kursunkaleme meshur Hindistan elmasi olan 'Koh-I-Moor' adi verilmisti ve altin sarisina boyanmisti. Ayrica içindeki siyah renkli kursun ucuyla birlikte Avusturya-Macaristan imparatorlugunun bayragini olusturuyordu.
Bu kursunkalem o kadar begenildi ve o kadar basarili oldu ki, sari renk kursunkalemdeki kalitenin bir simgesi olarak kaldi. Diger kursunkalem üreticileri de bu basaridan pay alabilmek için ürünlerini piyasaya sari renkte sürmeye basladilar. Bugün hala piyasada olan dört kursunkalemden üçü san renktedir.
Kursunkalemlerin içinde kesinlikle kursun yoktur. Ana madde olarak kullanilan grafit 40 degisik malzeme ile karistirilarak, yüksek sicaklikta çok ince çubuklar haline gelene kadar preslenir. Zaten kursun çok zehirli bir elementtir. Kursunkalem denilmesinin sebebi 16. yüzyilda grafiti bulan Ingiliz bilimcinin onu bir çesit kursun elementi sanmasidir. Ancak 200 yil sonra grafitin bir çesit karbon oldugu anlasildi.
Fotograflardaki Kirmizi Gözlerin Nedeni ?
Geceleri flasla çekilen fotograflarda genellikle gözler kirmizi çikar. Peki fotograftaki güzelligi bozan bu olay nasil olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flasla çekilen fotograflarda olmaz?
Gözümüz iç içe geçmis üç tabakadan olusur. En disaridaki gözümüzü koruyan ve göz aki da denilen sert tabakadir. Ikincisi, kan damarlarindan meydana gelmis ve ortasinda göz bebeginin bulundugu damar tabakadir. Bu damarlar sayesinde fazla isikta göz bebegimiz küçülür, karanlikta ise daha çok isik alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavas yapar. Üçüncü tabaka da retina adi verilen, isiga duyarli kilcal damar aglarindan olusan ag tabakasidir.
Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanlarin gözlerinin arkasinda, yani retinalarinda ayna gibi, yansitici özel bir tabaka vardir. Eger karanlikta gözlerine el lambasi veya araba fari gibi bir isik tutarsaniz, bu isik gözlerinin içinden yansir ve gözleri karanlikta piril piril parlar. Insanlarin gözlerinin retinasinda ise böyle bir yansitici tabaka yoktur.
Fotograf makinesinin flasi çok kisa bir zamanda çok kuvvetli bir isik verir. Gözbebegimiz ise bu kadar kisa zamanda küçülmeye firsat bulamaz. Isik dogrudan retinaya ulasir ve oradan da dogrudan kilcal damarlarin görüntüsü yansir. Iste flasla çekilen fotograflarda görülen bu kirmizilik retina tabakasindaki kilcal damarlarin görüntüsüdür.
Günümüzde, birçok fotograf makinesinde, gözün bu kirmizi görüntüsünü azaltacak önlemler alinmistir. Bu makinelerde flas iki kere çakar. Birinci çakis resim çekilmeden az önce olur ve gözbebeginin küçülerek gözdeki yansimayi azaltmasina zaman tanir. Ikincisi de tam fotograf çekilirken olur ki, gözbebegi olmasi gereken durumu almistir zaten. Baska bir önlem de odadaki bütün isiklari açarak gözbebeginin önceden küçülmesini saglamaktir.
Geceleri flasli fotograflarda, gözlerin kirmizi çikmasinin önlenmesinin bir yolu da flasi objektiften olabildigince uzak tutmaktir. Günümüzde fotograf makineleri o kadar küçülmüstür ki, flas makinenin bünyesinde ve objektife birkaç santim mesafededir. Flasin isigi göze gelip yansiyarak geri döndügünde dogrudan objektife gelir. Gündüzleri ise gözümüze disaridan, her yönden isik geldigi için, flasin isigi bunlarin arasinda daha az oranda gözümüze girer ve kirmizi göz olayi yaratmaz.
Araba Soguklarda Neden Zor Calisir ?
Ülkemizin her tarafinda olmasa bile, kisin çok soguk geçtigi yerlerde, özellikle sabahlari soguk havada arabalarin motorunu çalistirabilmek sorun olur. Bu sorunun temel üç nedeni vardir ve birlestiklerinde sabahin köründe, soguk havada insana ter döktürürler.
Benzin de diger sivilar gibi soguk havada daha az buharlasir. Bunu yazin günes gören bir kaldirima su döktügünüzde görebilirsiniz. Buradan hemen buharlasan su, gölgedeki kaldirima döküldügünde kolayca buharlasamaz, bir süre orada kalir. Benzin de soguk havada kolayca buharlasamayinca, buji ateslediginde tutusmasi da zor olur.
Motor yagi soguk havada kalinlasir. Buna örnek olarak reçeli gösterebiliriz. Sicak havada daha akici olan reçel, buz dolabina konulup çikartildiginda kavanozdan daha zor akar. Böylece anahtari çevirdiginizde motorunuz, döner kisimlarinin oldugu yataklarda kalinlasmis yagin direnci ile karsilasir.
Soguk havalarda akü de sorun çikartir. Esasinda akla su soru gelebilir. Cep radyonuzun pillerinin ömrünü uzatmak için buz dolabinda saklanilmasi tavsiye edilir, yani soguk ortam pil için iyidir. Öyleyse bir çesit pil olan akü soguk havada dogru dürüst niçin çalismaz?
Araba aküsünden elektrik elde edilmesi de diger pillerde oldugu gibi kimyasal bir reaksiyondur. Ancak soguk havada bu reaksiyon yavaslar ve mars motorunuza gerekenden daha az güçte elektrik gelir. Bu da motorun ilk hareketi için gerekenden daha yavas dönmesine neden olur.
Yeri gelmisken söyleyelim. Kalem pillerin içindeki de bir çesit kimyasal reaksiyondur. Özellikle kuru pillerin kullanilmadiklari zamanlarda bile çok az da olsa elektrik kaçirdiklari bilinir. Bu nedenle bu kaçak kimyasal reaksiyonu en aza ve yavasa indirebilmek için, pillerin kullanilmadiklari zamanlarda buz dolabinda muhafaza edilmeleri tavsiye edilir.
Pillerin buz dolabina konulmalari ömürlerini artirabilir ancak kullanma sirasinda tam performans alabilmek açisindan piller oda sicakliginda olmalidirlar. Zaten günümüzün gelismis pilleri, o kadar uzun muhafaza ömrüne sahiplerdir ki, buzdolabina konulup konul mamalari pek bir sey fark ettirmez.
Arabada Dikiz Aynalari ?
Önce dikiz aynasi ile baslayalim. Dikiz aynasini gece konumuna getirince, arkadaki arabalarin farlarinin isiklarinin sizi rahatsiz etmeden nasil arkayi görebildiginizi hiç merak ettiniz mi? Eger evinizde gece isiklar açik ve disarisi karanlik iken pencerenin önünde durursaniz, camdan aksinizi bir aynaya yakin netlikte görebilirsiniz. Dikiz aynalarinda da bu özellik kullanilir.
Dikiz aynasinda arka arkaya ama birbirine açili,' V seklinde, önde düz bir cam, arkada ise normal düz bir ayna vardir. Normal gündüz konumunda ayna kismi dik durumdadir ve camdan geçen isiklar burada yansiyarak arkanizi görmenizi saglarlar.
Dikiz aynasini gece konumuna getirince, cam kismi dik duruma gelir, açili hale gelen ayna kismi ise arabanizin tavanini gösterir. Bu pozisyonda ayna kismi tamamen karanlik olan arabanin tavanini camin arkasina yansitir ve evdeki cam örneginde oldugu gibi, dikiz aynasinin cam kismindan arkadan gelen isiklari nispeten az ve gözlerinizi rahatsiz etmeyecek sekilde görebilirsiniz.
General Motors ilgilileri, simdi yeni bir dikiz aynasi gelistirdiklerini söylüyorlar. Bunda sadece tek bir yansitici yüzey olacak ve üzerindeki özel film tabakasi sayesinde geceleri parlak far isiklarini düsük düzeyde yansitacak.
Birçok sürücü arabalarinin sag ve sol tarafindaki aynalardaki görüntülerin farkliliklarina dikkat etmez. Genellikle sürücü tarafindaki ayna, düz ayna olup arkadaki arabalarin gerçek boyut ve uzakliklarini gösterir.
Sag taraftaki ayna düz degil bombelidir ve cisimleri daha küçük gösterir. Bu da sürücülerin arkalarindaki araba daha uzaktaymis gibi algilamalarina sebep olur. Ancak bu hali ile sag taraftaki ayna arkayi daha genis açidan görme ve özellikle sag arka kör noktayi daha iyi izleme imkanini saglar.
80'li yillarda kullanicilarin istekleri dogrultusunda baslayan bu farkli görüntülü ayna konulmasinin getirebilecegi sakincalar göz önüne alinarak, son zamanlarda yeni arabalarda sagdaki aynaya 'arabalar görüldügünden daha yakindadirlar' seklinde bir ikaz yazilmaya baslanildi. Süphesiz sag tarafa da bire bir ölçekte gösteren bir düz ayna konulabilir ama burayi bombeli aynadaki kadar çok genis açidan gösterebilmesi için, bu aynanin yüzeyinin de çok büyük olmasi gerekir.
Yilbasi Agaci Adeti ?
Yilbasi günlerinde, evin bir kösesinde, minik bir çam agaci bulundurmak ve onu süslemek adetinin kökeninin Almanya oldugu ileri sürülür. Almanlarin 'cennet agaci' adini verdikleri ve Adem ile Havva'nin gizemli hikayesine dayanarak üzerini elmalarla donattiklari agaç köknardi.
15. yüzyildan sonra bu agaçlara sadece meyve degil ekmek, bisküvi gibi yiyecekler de asilmaya baslanmis, Protestanligin yayilmasi ile birlikte bunlara yanan mumlar da eklenmistir. Adet Avrupa'ya yayilirken ayni zamanda göçmenler tarafindan Amerika'ya da tasinmistir.
Aslinda agaçlarin ruhani törenlerde önemli bir sembol olarak yer almasi adeti çok eskilere, Hiristiyanlik öncesi zamanlara, hatta putlara ve dogaya tapinildigi zamanlardaki Misir ve Çin uygarliklarina kadar uzanir. O devirlerde doganin yesilligi ve agaçlar sonsuz hayatin sembolleriydiler.
Benzer sekilde Kuzey Avrupa ülkelerinde de yine Hiristiyanliktan çok daha önceki zamanlarda agaçlar ruhani bakimdan kutsal kabul ediliyorlardi. Kuzey Avrupa'da kis aylarinda sadece bir kaç saat süren gündüzler 21 Aralik'tan itibaren uzamaya baslarlar. Uzun karanlik günlerin bittiginin, gittikçe daha aydinlik günlerin geleceginin müjdesi olan Aralik ayinin bu günleri de törenlerle karsilanirdi.
Bu adet Avrupa'da güneye indikçe degiserek yayildi. Romalilar zamaninda takvimin baslangicinin, dünyanin yaratildigi ay olduguna inanilan ve tabiatin canlanmasinin müjdecisi olan Mart ayindan Ocak ayina kaydirilmasi ile kutlanacak tarihler konusunda kafalar iyice karisti.
Zamanla Kuzey Avrupa ülkelerinin 'karanligin bitisi' ayin ve kutlamalari, Hiristiyan dünyasinca Hz. Isa'nin dogum günü kabul edilerek -ki bu kesin degildir- Noel kutlamalarina dönüstürüldü.
Bu arada agaçlar, özellikle çam agaçlari bu kutlamanin simgesi olmaya devam ettiler. Her ne kadar yilbasi günlerinde bir çam agacinin süslenmesi tüm dünyada adet olduysa da bu günün dini bakimdan bir özelligi yoktur. Dünyanin Günes etrafindaki bir turunu tamamladigi cografi bir konumdur.
Uygarlik ve teknolojinin ilerlemesi ile çam agaci üzerindeki mumlarin yerlerini yanip sönen minik renkli ampuller, elma, ekmek ve bisküvinin yerini rengarenk süsler aldi. Günümüz insani agaçlara tapmamasina ragmen onlarin kiymetini daha iyi biliyor. Bir kaç günlük eglence için çam agaçlarini kesmiyor, plastik taklitlerini kullaniyor.
Bayraklarin Neden Yariya Indirilir ?
Bu gelenegin kökeni eski deniz savaslarina kadar uzaniyor. O devirlerde her bir savas gemisinin direginin tepesinde dalgalanan kendine özgü renkli bir bayragi vardi. Bir deniz savasindan sonra yenilen gemi, galip tarafin bayragini asmak zorundaydi, bunun için de kendi bayragini yariya çekerek üstte yer birakirdi.
Günümüzde böyle bir durum söz konusu degilse de, bayraklari yariya indirmek bir saygi ifadesi olarak kaldi. Milletlerin matem günlerinde, önemli devlet adamlarinin ölümünde, diger milletlerin de bayraklarini yariya indirmeleri, mateme katilmak anlaminda uluslararasi bir gelenek haline geldi.
Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanindan geçen gemilerin, geçis süresince bayraklarim yariya indirmeleri gelenegi, sayginin bir ifadesi olarak günümüzde hala devam etmektedir.
Saat Neden Saga Dönüyor ?
Ilk olarak eski Misirlilar, günesin her gün düzenli bir hareketle dogup, belirli zamanlarda gökyüzünün ayni noktalarinda bulunup, battigini gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarina ayirmada kullanilabilecegini kesfettiler.
Böylece günesin bu hareketinden yararlanarak ilk günes saatini yaptilar. Bu saat, meydanlik bir yere yüksek bir tas koymak ve günesin hareketi sirasinda, bu tasin gölgesini takip etmekten ibaretti.
Misir, konumu itibari ile kuzey yarim kürede fakat ekvatora da yakin bir ülke oldugundan, günes dogdugunda, gölge hemen tam batida olusuyor, günes yükseldikçe gölge kuzeye, yani saga dogru hareket ederek, günes batisinda dogu yönüne ulasiyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovaninda oldugu gibi soldan saga dogru dönüyordu.
Daha sonralari, pendulumlu, pilli saatlerde de yön degismedi, hatta saga dogru dönüsler 'saat yönüne dönüs' diye adlandirilir oldu.
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde, günes dogarken tasin gölgesi güneye düser ve günes yükseldikçe sola dogru dönüs yapar. Ilk saat orada kesfedilseydi, bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi.
Niçin Gidiklaniyoruz ?
Gidiklanmak rahatsiz edici oldugu kadar eglendiricidir de. Baskalari tarafindan, hatta bazen dokunulmadan gidiklaniriz, ama kendi kendimizi gidiklayamayiz. Bazilari gidiklanmaya karsi çok hassasken bazilari etkilenmez bile.
Bir insan gidiklaninca, derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifçikleri harekete geçer. Özellikle tüyle oksama, böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu lifçikler, sinyalleri beyne gönderirler. Ancak arastirmacilar bu sinyallerin beyinde nereye kaydedildiginden emin degiller. Beyinin gidiklanmaya tepkisi, kasinmaya olan tepkisi gibi, gönülsüz yapilan bir tepkidir.
Gidiklama ile kan basinci artarken, nabiz ve kalp atisi hizlanir, beynin uyanikligi fazlalasir. Gidiklanmanin fiziksel oldugu kadar psikolojik yani da vardir. Gidiklanma baslangiçta zevkli olabilirse de sürdürüldügünde korku ve panige dönüsebilir.
Insanlarin daha çok gidiklandiklari yerler, ayak alti, avuç içi ve koltuk alti gibi bölgelerdir. Bunun nedeni, buralarin çok hassas bölgeler olmalaridir.
Insan beyni vücuda gelen uyarilarin hangisinin insanin bizzat kendisinden, hangisinin disaridan geldigini ayirt eder ve ona göre öncelik verir. Örnegin, elimizin yanmasi gibi acil refleks gerektiren disaridan gelen uyanlara öncelik verir. Bu nedenle bir baskasi tarafindan gidiklandigimizda reaksiyon gösteririz ama kendi kendimizi gidiklamaya çalistigimizda beyin bu noktalardaki hassasiyeti azalttigindan gidiklanamayiz.
Balik Eti Neden Beyazdir ?
Gida olarak kesilen hayvanlarin yenilebilen kas kisimlari et olarak adlandirilir. Etin içinde ayrica kan, epitel, kemik, sinir, yag ve bag dokulari vardir.
Genelde etler kirmizi ve beyaz et olarak ikiye ayrilirlar. Sigir, koyun, keçi etleri kirmizi et olarak kabul edilirlerken, tavuk, hindi gibi kümes hayvanlari ile baliklarin etleri beyaz et kategorisine sokulur. Aslinda biyolojik yapi olarak kümes hayvanlarinin etleri balik etinden çok farkli, kirmizi ete daha yakindirlar. Bazilarinin etlerinin rengi de zaten beyaz degil kahverengidir.
Etlerin kirmizi ve beyaz rengini saptayan eleman 'miyoglobin' denilen proteinlerdir. Bunlar kanda, alyuvarlarda bulunurlar ve kaslara gerekli olan oksijeni saglarlar. Beyaz ette miyoglobin miktari çok azdir.
Balik eti diger yürüyen, uçan, sürünen hayvanlarin etlerinden birçok yönden farklidir. Baliklarin kaslari digerlerine göre gelismemistir. Bir filin tonlarca agirligini, yerçekimine karsi tasimasi ve hareket ettirebilmesi için muazzam bir kas sistemine ihtiyaci vardir. Bu nedenle filin vücudunda 50 bin kas vardir.
Baliklar ise neredeyse agirliksiz bir ortamda yasarlar. Onun için çesitli vücut organlarini ana iskeletlerine baglayacak, kikirdak, kiris ve bag dokulari gibi dokulara fazla ihtiyaçlari yoktur.
Balikliklar suda düsmanlarindan kaçabilmek için çok ani ve süratli hareket etmek zorundadirlar. Bu nedenle kaslarindaki lifler çabuk açilip kapanabilen tipte liflerdir. Çok ani hareketlere ihtiyaç duymayan kara hayvanlarindakilere oranla baliklardaki bu tip lifler daha kisa ve incedirler. Kolayca birbirlerinden ayrilabilirler. Onun için balik etini yerken çignemesi kolaydir, agizda dagilir. Hatta çig olarak bile rahatça yenilebilir.
Baligin kaslarindaki bu çabuk açilip kapanabilen lifler çok kisa süreli çalistiklari için fazla enerji yani oksijen depolamalarina gerek yoktur. Bu nedenle baligin vücudundaki kan miktari çok degildir. Olanlar da çogunlukla solungaçlarin civarinda toplanmislardir.
Görüldügü gibi bir etin renginin kirmiziligi miyoglobin miktarina, miyoglobin miktari kan miktarina, o da kaslarin ne kadar kan ihtiyaci olduguna baglidir. Çok aktif ve hizli yüzen bir balik olan Orkinos (Ton) baliginin etinin rengi, sakin bir balik olan Dilbaligi'na göre daha kirmizimsidir.
Sigirlar genellikle açik arazide otlandiklarindan ve sürekli dolastiklarindan etlerinin rengi, daha tembel bir hayvan olan domuza göre daha koyudur.
Tavuk, hindi gibi kümes hayvanlari uçamadiklari ve zamanlarinin önemli bir kismini çevrede gezinerek geçirdikleri için bacak bölgelerindeki etler koyu renkli, gögüs ve kanatlarindakiler daha beyazdir. Bildircin, ördek gibi uçan kuslarda ise tam tersidir. Bacak etleri beyaz, gögüs ve kanatlarindaki etler koyudur.
Valonya Neresidir?
Valon Bölgesi veya Valonya, Belçika'nin üç federal bölgesinden biridir. Belçika'nin güney kismindadir. Valon Bölgesi'nin resmi dili Fransizca'dir, Alman kökenli nüfusun oldugu bölgede resmi dil Almanca'dir. Valonya'nin baskenti Namur, önemli kentleri Liège, Charleroi, Mons ve Tournai'dir. Amblemi sari zemin üzerine kirmizi bir horozdur. Valonya'nin 2002 nüfusu 3.350.000'dir (10 milyon nüfuslu Belçika'nin %30'unu barindirmaktadir). Valon Bölgesi'nin yüzölçümü 16,845 km²'dir (30,510 km² Belçika'nin %55'ini kapsar).
Valonya sakinlerine Valon denir. Valonlarin pek çogu 20. yüzyil baslarina kadar canliligini sürdürmüs olan, günümüzce ise çok kisitli sayida kisinin anladigi, sadece güncel konusma diline bir takim yansimalari süren Valoncayi yasatmislardir. Valonca'nin da içinde Gallo-Romans dilleri içinde ilk sirada gelen Fransizca zamanla üst siniflardan itibaren toplum geneline nüfuz etmistir. Yine de, Valonca 1990 yilindan bu yana, ayni dil grubundaki Champenois, Gaumais ve Picard dilleri ile birlikte bölgesel dil olarak taninarak resmi statü kazanmistir.
Halen Valonya'nin bir parçasi kabul edilmekle birlikte, bazi alanlarda otonom bir hükümete sahip 71.000 kisilik bir nüfusun (Almanya sinirina bitisik Eupen ve Sankt Vith sehirleri çevresi) ana dili ve resmi dili Almanca'dir.
Tarihsel baglantilar belirlenememis olmakla birlikte, Valonya bölgesinin illerinden (province) biri olan Hainaut'nun isminin Hunlardan geldigi halk arasinda anlatilir. Fizyonomileri sasirtici ölçüde Asya izleri tasiyan Valonlar bulunmaktadir. Ayrica, yine tarih bilimi açisindan açikliga kavusturulamamis olmakla birlikte, Liège kenti yakinlarindaki Faymonville köyü sakinleri kendilerini asirlardir Türk olarak tanimlamaktadirlar
Sivri Sinekler Nicin Sokarlar?
Dünyada yaklasik üç bin sivrisinek türü oldugu bilinmektedir. Bunlarin çogu insana saldirmaz. Zaten aksi olsaydi dünyanin her yerinde bulunabilen bu yaratiklar ormanda, dagda, insan bulunmayan yerlerde yasamlarini idame ettiremezlerdi.
Insanlarin kanlarini emerek yasayan sivrisinek türlerinin yalniz disileri kan emer. Disiler de insanlarin kanlarini kendi yumurtalarini üretebilmek için protein saglayabilmek amaciyla emerler. Birçok cinste disi sivrisinekler en azindan ilk yumurtalarini kana ihtiyaç duymadan üretebilirler, fakat sonraki yumurtalari için kana ihtiyaçlari vardir. Bulabildikleri her canlinin kanini emerler, hatta deniz yüzeyine gelen baliklar bile ellerinden kurtulamaz.
Erkekler çiçek özleri ile beslenirler. Yumurta üretme gibi bir dertleri olmadigindan insanlari sokmazlar.
Disi sivrisinekler avlarinin yerlerini duyargalari ve üç çift bacaklarindaki alicilarla bulurlar. Alicilar ile nem, ter ve isi özelliklerini saptarlar. Sivrisinegin duyargalari bir santigradin binde biri kadar sicaklik degisimlerini algilayabilecek kadar hassastir.
Disi sivrisinekler insanin nefes verirken çikardigi karbondioksit bulutu içinde, ileri geri hareketler yaparak bu bilgileri degerlendirirler, avin yararli olacagina karar verirlerse eyleme geçerler. Bazilarinin 'sivrisinek bana dokunmaz' demelerinin esas nedeni ter ve nefes kokularinin, sivrisinek için cazip ve özendirici olmamasidir.
Sivrisinek sanildigi gibi içi delik ve sivri uçlu bir boruyu deriye sokarak kani emmez. Sivrisinekte agzin altindaki kesede iki tüp, iki de nester olarak kullandigi testere agizli biçak vardir. Önce biçaklarla deride delik açar, sonra tüplerden biri ile tükürüklerini bu deligin içine akitir.
Bu tükürük insan kaninin pihtilasmasini önler, böylece ikinci tüpü sokarak, sivi kani size fark ettirmeden kolayca emer. Eger bir dakika içinde hala fark etmediyseniz, deposu kaninizla dolu olarak, kafayi bulmus sekilde derinizden ayrilir.
Sivrisinekleri tahrik eden sey nefesinizdeki karbondioksit orani ile derinizdeki isi ve nem orani oldugundan, özellikle geceleri sivrisinek hücumlarini geçistirebilmek için, çok sik nefes alisverisi gerektirecek fiziksel hareketler yapmamaniz, teninizi serin ve kuru tutmaniz gerektigini unutmayin.
Kediler neden Ayaklari Üzerine Düserler?
Bilimsel olarak izahi biraz zor. Bilime göre düsen bir cisme disaridan bir kuvvet uygulamazsaniz, ona açisal bir dönme hareketi kazandiramazsiniz. Gerçi bir kule atlayicisi, havuza düsmeden önce havada birkaç kez takla atar, kendi ekseni etrafinda döner ama bu tramplen veya kuleyi terk ederken ayaklari ile baslattigi bir dönme hareketidir.
Sirtüstü düsen bir kedi önce bacaklarini kendisine, kuyrugunu da bacaklarinin arasina çeker, basini yere bakacak sekilde döndürür. Belirli bir noktada tam tersini yaparak bacaklarini ve kuyrugunu açar ve vücudu tam ters yöne, yani yere dogru döner. Böylece parasüt etkisi yaratarak, hizini da frenler ve inisin yumusak olmasini saglar.
Yapilan deney ve gözlemlerde bir kedinin alçak bir yerden düsmesinin, yüksek bir yerden düsmesine göre çok daha fazla hasar yaratabilecegi tespit edilmistir. Örnegin yaklasik 100 metre yüksekligindeki, 32 katli bir binanin tepesinden düsen bir kediye hiçbir sey olmazken, 7 katli binalardan düsenlerde ciddi sakatliklar, hatta ölüm vakalari görülmüstür. Bilim insanlari bunu da 'limit hiz' ile izah ediyorlar.
Havadan yere düsen cisimler, önce gittikçe artan bir hizla yere düserler. Sonra kütlelerine bagli olarak belirli bir mesafede hizdaki bu artis durur ve 'limit hiz' denilen sabit bir hizla yere düsmeye devam ederler. Yani bir gökdelenin tepesinden atilan madeni bir paranin yere düsme anindaki hizi ile uçaktan atilan (ayni) paranin hizi arasinda bir fark yoktur. Iyi ki de yoktur, çünkü bu 'limit hiz' olmasaydi ve cisimler gittikçe artan bir hizla düsmeye devam etselerdi, yagmur damlalari kafamiza kursun gibi düsebilirlerdi.
Bu teoriye göre yüksekten düsen kediler, yaklasik saatte 100 kilometre sürate gelince limit hiza ulasirlar, artik hep ayni hizda düserler ve stresi atlatip, kendilerine gelir ve gevserler. Baslangiçta bahsettigimiz dönme hareketini yaptiktan sonra, Avustralya'da yasayan uçan sincaplarin uçusuna benzer sekilde, tüm vücutlarini parasüt gibi kullanarak, yaralanma olasiligini en aza indirerek, yere inerler.
Tabii bütün bu deney sonuçlari ve teoriler, hayvan hastanelerine gelen kediler göz önüne alinarak ortaya çikartilmistir. Yüksekten düsüp de ölen veya alçaktan düsüp, ölmeyip, olay yerini terk eden, her iki sekilde de hayvan hastanelerine ugramamis kedilerin sayilari bilinmiyor.
Süt Neden Beyazdir ?
Hayvanlarin yedikleri gidalarin renklerinin, neresinden çikarsa çiksin, çikan seyin rengi ile bir alakasi yoktur. Buna en iyi örnek inektir. Bir inegin en çok yedigi yesil renkli otlardir. Bu otlar inegin dört odali midesinde çözülür ve moleküllere ayrilir, moleküllerin ise renkleri yoktur. Sütün renginin beyaz olmasinin nedeni içinde çözünmüs halde bulunan kalsiyum kasinat (caseinate)tir.
Peki o zaman diski niçin kahverengi, idrar niçin açik san renktedir? Diskinin kahverengi olmasinin sebebi bagirsaklarda hazmi saglayan sivilar, özellikle de safra suyudur. Safra suyu aslinda yesil renktedir fakat gidalarla karistikça kahverengi renk alir. Bu nedenle diski bazen yesilimsi de olabilir. Çok az da olsa aldigimiz gidalar diskinin rengini etkileyebilir. Örnegin vücudumuz pancara koyu kirmizi rengi veren maddeyi bazen parçalayamaz ve pancar yedikten sonra diski kirmizimsi bir renk alabilir.
Diskidaki renk, sekil ve kivam degisikliklerinin çogu son zamanlardaki bir beslenme degisikligi ya da geçici bir sindirim bozukluguna dayanir. Ancak eger diski belirgin bir sekilde normalden açik veya koyu renkte is, ya da kanli ise, bu daha ciddi bir durumu gösterir, derhal doktora basvurulmalidir.
Vücudumuzu terk eden sivi maddelerin, yani idrar ve terin renginin de içilen sivi maddenin rengi ve kimyasal yapisi ile bir alakasi yoktur. Sivi veya kati olsun yemek borusundan içeri girip, sindirim sistemimizi boydan boya geçen gidalar eger metabolizmada iyi parçalanamazlarsa bunun sonucu diskida görülebilir. Ama idrar öyle degildir. Idrar metabolik artiklarin dolasim sistemi ile tasinmasiyla böbreklerde olusur.
Idrarin normal rengi açik saridir. Bu renkteki degisiklikler muhakkak bir seylerin iyi gitmedigini gösterir. Bu durumda hemen doktora gitmek gerekir. Idrar kahverengi veya kola renginde ise karaciger veya safrakesesi problemi, kirmizi ise enfeksiyon, iltihaplanma veya idrar sisteminde kanama olabilir.
Ancak fazlalari vücuttan atilan vitaminler veya bazi dogal ve suni gida boyalari da idrarda bunlara benzer renk degisikliklerine neden olabilir. Eger idrarinizin rengi yesil veya mavi ise bu duruma hemen hemen kesinlikle gida boyalari neden olmustur. Endise edilecek bir durum degildir. Boyalar zarar vermeden vücuttan çikar.
Elektrik tellerine konan kuslar neden çarpilmaz ?
Insanlarin dokunduklari anda kömür olduklari binlerce volt cereyan tasiyan elektrik tellerine konan kuslar nasil oluyor da cereyana kapilmiyorlar? Çünkü topraklanmamislardir. Yani tam bir devre meydana getirmezler ve kisa devre yaratmazlar. Ama kus kazara elektrik tellerini tasiyan direge temas ederse, elektrik akimi kusun gövdesi ve direk yolu ile topraga geçer ve kus ölür.
Ata Neden Soldan Binilir?
Diger birçok aliskanlikta oldugu gibi, bunun da sebebi, insanlarin çogunun sag ellerini kullaniyor olmalaridir. Asirlar önce, daha çok sag ellerini kullanan insanlar, kiliçlarini kolay çekebilmeleri için, kiliçlarini kinlarinda, sol taraflarinda tasiyorlardi.
Ata binerken, sol dizin altina kadar inen bu uzun kiliçla ata sagdan binmek, yani sag ayagi üzengiye koyup, sol ayagi atin üzerine atarak binmek kiliç nedeni ile zor oluyordu.
Soldan, sol ayagi üzengi üzerine koyup, sag ayagi atin üzerine atarak binince kiliç sorun yaratmiyordu. Özellikle savasa giden ordularda disiplin nedeni ile bir örnek hareket edilmesi gerektiginden, solaklar da ata soldan binmek zorunda kaliyorlardi.
Artik biniciler kiliç tasimiyorlarsa da, ata soldan binmek günümüze kadar uzanan bir gelenek haline geldi.
Cam hangi Maddeden yapilir
Silisli kumun ateste eritilmesiyle yapilan saydam ve kirilgan maddeden elde edilir cam. Genellikle
alkali ve toprak alkali silikatlardan meydana gelen cam, bazen borat ve alüminatlar da ihtiva eder.
Ehl-i Beyt ?
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamin bütün aile fertleri. Mübarek hanimlari, kizi hazret-i Fatima ile hazret-i Ali ve bunlarin evlatlari olan hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin, onlarin cocuklari ve kiyamete kadar gelecek torunlarinin hepsine denir.
Ergonomi ?
Insanin rahatini, güvenligini ve verimliligini arttirmak maksadiyla, insan - makina, insan - is, insan - cevre
iliskilerini konu alan mühendizlik dali.
Batiskaf ?
Okyanus ve denizlerin dibinde inceleme ve arastirma yapmaya yarayan arac. Bu kabin, deniz dibindeki büyük basinclara dayanacak sekilde kalin celikten yapilmis olup, kalinligi 10 - 20 cm dir.Icerisi arastirma
yapmak icin cesitli araclarla donatilmistir.
Bedesten ?
Kumas ve kiymetli esyalar satilan kapali carsi. Bedestenlerin en mesurlari olarak. Istanbulda Kapali carsi icinde
Bedesten`i Atik ve Bedesten`i Cedid (Sandal Bedesteni), Galata Bedesteni örnek verile bilir.
Baro ?
Avukatlik meslegine mensub olanlarin, müsterek ihtiyaclarini, mesleki faaliyetlerini kolaylastirmak,
avukatlik mesleginin genel menfaatlere uygun olarak gelismesini saglamak, meslek mensublarinin birbirleri ve is sahipleri ile olan münasebetlerinde dürüstlügü ve güveni hakim kilmak üzere, meslek
ve ahlakini korumak maksadi ile kurulan, tüzel kisilige sahip kamu kurumu niteliginde meslek kurulusu.
Hicri Yil ?
Peygamberimizin Mekke-i mükerremmeden Medine-i münevvereye hicretinin baslangic kabul edildigi tarih, sene. Ayin hareketin essas tutuldugu icin buna, "Hicri Kameri Sene"
"Sene-i Kemerriye" de denir. Peygamerimiz Muhammed aleyhisselam 53 yasindayken
Allahu tealanin izni ile Medine`ye hicret etti. Rebiülevvel ayinin birinci Persembe günü
ögleden sonra Ebu Bekr-i Siddik'in evinden beraberce cikarak Mekke'nin 5,5 km güeydogu tarafinda bulunan Sevr Dagidaki magraya geldiler. Magrada 3 gece kalip, Pazartesi ayrildilar. bir hafta yolculuk yapip efrenci ( miladi ) Eylül ayinin 20. ve Rebiülevvel'in 8. Pazartesi günü, Medine yakinindaki Kuba köyüne vardilar. Gece ile Gündüzün esit oldugu, Eylülün 23. gününüde burada gecirip, Cuma günü Medineye girdiler. Bu seneki Muharrem ayini besinci günü, yani hicretten 66 gün evvel, Müslümanlarin hicri kammeri sene baslangici oldu. Buda, tarihcilere göre miladin
622. yilindaydi. Temmuz ayinin 16. Cuma gününe rastladigi, Ahmed Ziya Beyin Kozmografya kitabinda yazilidir. Kuba köyüne ayak bastigi 20 Eylül günü Müslümanlarin Yilbasisi, yani hicri sene baslangicidir. 20 Eylül gününü baslangic kabul eden günes yilinada " Hicri Semsi Yil " denir.
Hicri sene de miladi ve rumi tarihler gibi 12 ay esasina dayanir ve Muharrem ayi ile baslar. Zilhicce ile sona erer. aylarin adlari sunlardir: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemazilevvel, Cemazilehir, Recep, Saban, Ramazan, Sevval, Zilkade, Zilhicce. Hicri sene ayin dünya etrafindaki dönüsü esasina dayandigi icin Miladi yildan 10,875 gün daha kisadir.
Cin Seddi ?
M. Ö. 221-210 yillari arasinda, Cin Imparatoru Si-Huangti tarafindan yaptirilan sed,
Sari Denizin kuzeyindeki Liaotung Körfezi kiyilarindan baslar, daglari ve boyun noktalarini takip ederek Kansu eyaletine kadar devam eder.5000 km uzunlugunda ve 5-10 m yüksekliginde, 5-8 m genisliginde, kalin ve yüksek duvarlardan ibaret olan her200 adimda bir 12 m yükseklilinde kuleler bulunur.Cinliler bu Seddi her nekadar Türk ve Mogollarin istilalarindan kokunmak amaci yapmislarsada. Türk ve Mogol istilalarina engel olamamislardir.
Devsirme ?
Saray hizmetleriyle, Bostanci Ocagi ve Yeniceri Ocaginda istihtam edilmek üzere
Osmanli Devletinin Hiristiyan halkindan topladigi cocuklara verilen isim
Hava Kirliligi ?
Hava kirliliginin esas kaynaklari sirasi ile söyle. Ulastirma vasitalari,bunlara ucaklarda dadil %51 ile basi cekmekte.Isitma sistemleri %16 ile ikinci.Yanginlar%15, Sanayi kirliligi %14 ve son olarakta Sanayi atiklari % 4 ile hava kirliliginin esas sebebleridir. Buda gösteriyorki yaklasik dünyadaki 500 Milyon Aracin korkunc bir hava kirliligine sebeb oldugunu.(Hava tasitlari dahil)
Artezyen ?
Su sizdirmayan iki veya daha cok sayidaki yeralti tabakalari arasinda kalan basincli sularin sondaj usulüyle yeryüzüne tazyikli bir sekilde cikmasini saglayan kuyu.
Tazyikli su cikan kuyulara Fransizcada ,-Fransa`nin Artois köyü civarinda 12. yüzyillarda
cok miktarda bulundugu icin- artois denmektedir.Türk kültürünün Fransiz kültürü etkisinde kaldigi Tanzimat döneminde bu kelime"artezyen"olarak girmis ve yerlesmistir.
Canak seklinde olup tasidigi suyla kuyuyu beslegen bölge, gecirimli olan üst kisimlardan giren su ile beslenir.Zamanla su ile dolan bu bölgede bir basinc meydana gelir. Bölgenin cukur kismina yer yüzünden sondaj ile bir kuyu acilir.Suyun tazyiki, su gecirmez bölgenin durumuna ve kuyunun acildigi yere baglidir.
Akika nedir ?
Yeni dogan cocuk nimetine karsilik Allahü tealaya sükretmek niyetiyle kesilen hayvan.
Akika hayvani kurbanlik hayvan gibidir.Kurban icin caiz olmayan koyun, akika icin de
kesilmez.Akika her zaman kesilebilir.Kurban bayraminda da kesile bilir.Yeni dogan cocuga yedinci gün isim koymak, saclarini kesip saclarinin agirligi kadar altin veya gümüs sadaka vermek, kiz cocuklari icin bir, erkek cocuklari icin iki koyun kesmek cok sevaptir. Saclari kesilmeden tahmini agirligi kadar altin veya gümüs sadaka verilebilir.Akika, cocuklarin kazalardan, belalardan, hastaliklardan korunmasina sebep olur. Peygamber efendimiz nübüvvetten yani Peygamber oldugu bildirildikten sonra kendisi icin akika kesti.Hicretin sekizinci senesinde de oglu ibrahim dünyaya gelince, yedinci günü, saclarinin agirligi kadar gümüs sadaka verdi ve iki koc kesti.
Devalüasyon ?
Milli paranin ic deyerinin sabit tutularar dis deyerinin düsürülmesi, diyer bir deyisle,
döviz fiyatlarinin yükseltilmesine devalüasyon denir
9 Volt`luk yassi pilin icinde ne var ?
Hic düsündünüzmü acaba, bu 9 voltluk pil nasil dokuz volt oluyor, cünkü bu kücük yassi pilin icinde 6 adet 1,5 voltluk
kücük yuvarlak paralel sekilde baglanmis kalem pil bulunmaktadir.(6x1,5=9 volt)
Piller hakkinda Pratik Bilgiler?
Piller daima taze satin alinmalidir.Gereksiz yere bol miktarda Pil alinip saklanmamalidir.Cünkü zamanla bayatlar ve ömrü azalir.Saklanmasi icap ediyorsa,buzdolabi gibi soguk ve serin yerlerlerde saklanmalidir.
Pillerin kutuplari hic birhalde bir birine deydirilmemelidir,yani kisa devre yaptirilmamalidir,aksi halde Pil ömrünü kaybeder.Uzun süre kullanilmayan cihazlardaki Pilleri cikarmakta cihazlarin ömrünü uzatir.
Not:Tükenmis olan Pilleri lütfen cöpe atmayiniz,bir cok yerlerde olan Pil toplama yerlerine iletiniz, cünkü bu bizim insanlik vazifelerimizden birisidir.
Pisirilecek yumurtanin catlamasi nasil önlenir?
Piserken catlayan yumurtalar,zevksiz bir görünüs meydana getirir, hele lop olacaksa,yumurtanin biciminin bozulmasina yol acar.Bunu kesinlikle önlemenin tek caresi yumurtanin küt tarafina (sivri tarafina degil) igne ile minik bir delik acmaktir.Yumurtanin icinde genisleyen hava buradan cikarak yumurtanin catlamasini önler.Bu okadar saglam bir yoldur ki,simdi yumurtalara delik acmak icin özel aletler bile satilmaktadir.
Makas nasil keskinlestirilir?
Evde devamli kullanilan makaslar körlesince,onlari bilemek icin orta irilikte bir zimpara kagidi ince kurdeler halinde bu makasla kesilirse,makasin eski keskinligine kavustugu görülecektir
Gaz kacagi nasil kontrol edilir?
Gaz kacagindan süphelenilen yer, kibritle kontrol edilmez.Kacak oldugu tahmin edilen yere bol sabun köpügü sürülür.Kacak varsa hemen boloncuklar ciktigi görülecektir.
Ispanak yemegi?
ispanak yemegi pisirildikten sonra,buzdolabina bile konsa ayni gün tüketilmelidi.Aksi halde bozulur ve Vitamin deyeri kaybolur
Baligin tazeligi nasil anlasilir?
Baligin taze oldugunu anlamak icin,gözlerine bakmak lazimdir.Taze ise gözleri kabarik ve canli olur.Bayat ise gözleri cökük ve cansis olur.Birde taze Baligin solungaclari canli kirmizi renge sahip olmasi gerekir.
Asansör Düserken Ziplanirsa Ne Olur ?
Düsünün ki, asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat, yani saniyede 18 metre hizla düsüyor. Siz de son saniyede yukari zipliyorsunuz. Yukari ziplamaniz olsa olsa saniyede 4-5 metre hizla olabilir. Yani siz yine de yaklasik saniyede 13-14 metre hizla yere düsmeye devam ediyorsunuz.
Ister saniyede 18 metre, isterse 13 metre hizla yere düsün, sonuç fark etmez. Sizi yerden kazimak zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayin, asansörü tutan tek bir kablo degildir, en azindan 5 veya 6 kablo vardir. Bu kablolarin her biri tek basina asansörün agirligini tasiyabilir.
Diyelim ki, bu kablolarin hiçbiri görevini yapmadi, asansörü durduracak bir baska fren donanimi daha vardir. Hatta bazi asansör bosluklarinda ilaveten yayli veya yagli, hayati tehlikeyi önleyecek özel sistemler de bulunur.
Bu sistemlerin hiçbiri çalismazsa yine de iyimser olmaya çalisin, hiç olmazsa hayatinizda bir kere, hiçbir katta durmadan dogrudan zemine inmis oluyorsunuz!
HANGI MINERAL NE ISE YARAR?
KLORÜR: Yasam için küçük miktar klorür zorunludur, sindirim sistemini
degismeden geçip, idrarin bir kismi olur Klorür sodyum ile hücresel sivida
bulunur ve vücut agirliginin yaklasik %0.15'ini olusturur. Sodyum ve
potasyumla birlikte klorür tüm vücut sivilarinin pH'sinin uygun dagilimini
ve saglikli . sinir ve kas fonksiyonunu saglar. Bagimsiz olarak,
Klorürsindirim ve atik yok etmeye katkida bulunur. Klorür besinleri
sindirmede en önemli sivilardan olan . hidroklorik asidin ana bilesenidir. Azligi asiri
terleme, kusma veya ishalden olusabilir. Düsük klorür seviyesi vücut
sivilarinin baziklesmesi, dehidrasyon ve idrarda potasyum azligina neden olur.
Kaynaklar: Maden sulari ,kereviz, marul, zeytin, çavdar, deniz suyu, deniz
otu ve domates.
SODYUM: Sodyum su dengesi ve etkin mide, sinir ve kas fonksiyonu için kan
pH'sinin seviyelesmesi ve . potasyumun hücre zarlarindan disari pompalanmasi
için uygun ortami saglamaya yardim eder. Sodyum azligi mide kramplari,
anorexia, karistirma, dehidrasyon, depresyon, bas dönmesi, yorgunluk, hayal
görme, basarisi, kalp çarpintisi, tat duyusu bozuklugu, uyusukluk, düsük kan
basinci, hafiza bozuklugu, kas zayifligi, tiksinme, zayif koordinasyon,
nöbet ve kilo kaybina sebep olur.
Kaynaklari: Maden sulari,hamsi baligi, peynir, deniz tuzu, kabuklu deniz
hayvanlari, kirmizi ve yesil biber ve deniz sebzeleri.
SÜLFÜR: Sülfür kani dezenfekte etmekte/temizlemekte önemlidir ve vücudun
bakterilere direncine yardimci olur. Mineraller vücudumuzun zehirli
maddelere, radyasyonun ve hava kirliliginin zararli etkilerine karsi korur.
Safra salgisini canlandirir ve yaslanma prosesini yavaslatir.
Kaynaklari: Maden sulari, Brüksel lahanasi, kuru fasulye, lahana, yumurta,
balik, sarimsak, et, sogan, deniz tuzu, soya fasulyesi, salgam.
KALSIYUM: Kalsiyum bir çok kisinin bildigi gibi . kemik ve dislerin yapi,
olusum ve sürdürülmesinde temel bir gereksinimdir. Kemik erimesini azaltmada
yardimci olur. Bu temel mineral ayni zamanda. kan basinci, kan pihtilasmasi,
kas büyümesi, sinir geçirme, kanser önleme, enerji üretme, yag
parçalamaya yardimci olur ve erken kalp hastaliklari riskini azaltigina inanilir.
Kalsiyummagnezyumla birlikte birbirini tamamlayarak mükemmel çalisir.
Örnegin kalsiyum kaslari kasarken/gererken magnezyum gevsetir. Azligi eklem
agrilari, tirnak kirilmasi, depresyon, çarpinti, hayal görme, yüksek kan
kolestorölü, kalp çarpintisi, yüksek tansiyon, hiperaktif egzama,
uykusuzluk, kas kramplari, sinirlilik, renk soluklugu, romotoit artirit,
rasitizm ve dis çürümesine yol açar.
Kaynaklari: Maden sulari, Badem, asparagus, brokoli, tereyagi, lahana,
keçiboynuzu, karahindiba çiçegi, yesil yaprakli sebzeler, keçi sütü, incir,
süt ve süt ürünleri, somon baligi, sardunya baligi, deniz tuzu, deniz
ürünleri, susam tohumlari, salgam yesilligi, bögürtlen yapragi, kusburnu,
nane, yulaf, hardal yesilligi.
MAGNEZYUM: Insan vücudunda %0.05 magnezyum bulunur. Buda ortalama bir
insanda 35 gr'a karsilik gelir. Kanin litresinde 1.6-2.1 miliekivalan
magnezyum bulunur. Magnezyum insan vücuduna kalsiyumun kullanimi, kalp
fonksiyonlari, kan basinci, enerji üretimi, dinlenerek uyumaya yardim etmede
gereklidir. Eger vücutta magnezyum eksikligi varsa, kaslari kalsiyum istila
edip kramplara/segirmelere neden olabilir. Beslenme düzeninde kalsiyum,
magnezyum, sodyum ya da potasyum eksikligi bacak kramplarina sebep
olabilmektedir. Terlendiginde vücutta depolanan bu mineral kullanilmaya
baslar. Arastirmacilar kalp krizi kurbanlarinin genellikle kaninda ve kalp
kaslarinda . magnezyum azligini tespit etmislerdir. Azlik belirtileri astim,
kalp tutuklulugu, kronik yorgunluk, uykusuzluk, asabiyet, sindirim azligi,
solunum bozukluklari, hizli kalp atislari ve kusatilmadir. . Kalp
krizlerinde hastaya hemen magnezyum verilisi yasamasini %60 artirdigi
bilinmektedir. Çocuklar ve yaslilar için özellikle kis aylarinda magnezyum
gereklidir. . Migrene karsi özellikle magnezyum mineral takviyesi
yapilmaktadir. Magnezyum beyindeki damarlari rahatlatarak kan akisini
iyilestirmektedir.
Kaynaklari: Maden sulari, elma, kayisi, avokado, muz, pekmez-tahin, bezelye,
esmer pirinç, süt ürünleri, balik, incir, sarimsak, greyfurt, yesil yaprakli
sebzeler, limon, Lima fasulyesi, et, ceviz, karabiber, maydanoz, seftali,
nane, somon baligi, deniz tuzu, susam tohumu, soya fasulyesi, tofu, tahil ve
tahil taneleri.
POTASYUM: Potasyum vücut sivilarinin dengesinin sürdürülmesi, sinir
sinyallerinin iletimi, insülün serbest birakmasi, kas gerilmesine yardimci
olur. Rafine ürünler kullanildigi için . potasyum azligi insanlar için sik
görülür çünkü diüretik alisi ve fazla miktarda su içisi hayati potasyumun
disari atilmasina neden olur. Domatesteki potasyum vücudun ihtiyaci olan ama
tansiyonu artiran sodyumun yerine geçer. Potasyum yorgunluk, zayiflik,
ruhsal depresyon, düsük tansiyon, kas yorgunlugu, tuz tutunumu ve normal
disi kalp atislarina sebep olur.
Kaynaklari: Maden sulari, avokado, muz, kirmizi pancar, esmer pirinç, hurma,
meyve kurusu, incir, balik, meyve, sarimsak, pirasa, domates, et, findik,
portakal, patates, piliç, kuru üzüm, sebzeler, tahil taneleri.
BOR: Bor saglikli kemikler, disler ve kalsiyum, magnezyum ve fosforun uygun
metabolizmasi için ihtiyaç duyulan iz mineralidir. Bor . beyin
fonksiyonlarini gelistirir, kemik erimesini azaltir ve kas yapar. Bor azligi
D vitamini azligini hizlandirir. D vitaminini böbreklerde en aktif form
haline dönüstürmek için gereklidir. . Östrojen gibi belli hormonlarin aktive
edilmesi için bor gerekmektedir.
Kaynaklari: Maden sulari, elma, havuç, tahil, üzüm, yaprakli sebzeler,
findik, armut.
DEMIR: Demir bir çok enzim için hayati bir bilesendir. Hastaliklara direnci
azaltir, yorgunlugu azaltir ve . kanin kirmizi hücrelerinin oksijenlenmesini
saglar. Azligi anemi, konsantrasyon azligi, kirilgan saçlar, uyku hali,
kirilgan kemikler, sinirlilik, sismanlik, azalan fiziksel kapasite ve azalan
bagisiklik fonksiyonlarina sebep olur.
Kaynaklari: Maden sulari, badem, avokado, fasulye, kirmizi pancar, pancar,
misir gevregi, hurma, yesil yaprakli sebzeler, ciger, Lima fasulyesi,
böbrek, et, yumurta, balik, akdari, findik, midye, seftali, armut, piliç,
kabak, kuru üzüm, pirinç, kahve, tahil, deniz sebzeleri, istiridye.
MANGANEZ: Manganez minerali kemik olusumu ve bakimi, bag dokulari için çok
gereklidir. . Protein ve genetik malzemelerin sentezine katkida bulunur ve
besinlerden enerji üretmeye yardimci olur. Ayni zamanda antioksidan görevi
görür ve normal kan pihtilasmasina yardimci olur. Manganez . glikoz
metabolizmasinin anahtar enziminde önemli bir yardimci faktördür. Azligi
diyabet ve sik sik pankreas sorunlu . erken dogumlara sebep olabilmektedir.
Diyabetliler normal kisilerin yaklasik yarisi kadar manganeze sahiptirler.
Kaynaklari: Maden sulari, avokado, kuru bezelye, yumurta, yesil yaprakli
sebzeler, findik, deniz sebzeleri, tahil taneleri, kara hindiba çiçegi.
FOSFOR: Fosfor hem. kemik hem de dis olusumu için gereklidir ve hücrelerin
büyümesine yardim eder. Azligi pek yaygin olmamakla birlikte kötü
absopsiyon, endise, kuruntu, düzensiz nefes, deri hassasligi, zayiflik ve
kilo degisimine sebep olur.
Kaynaklari: Maden sulari, asparagus, misir, süt ürünleri, yumurta, balik,
meyveler, meyve suyu, pirasa, piliç, et, kepek..
LITYUM: Lityum beyinin depresyon ve alkol bagimliligi gibi . ruhsal
bozukluklarin sebeplerini azaltma ve önlemeye yardimci olur. Bu mineral
azligi pek yaygin degildir.
Kaynaklari: Maden sulari, inek cigeri, patlican yaprakli sebzeleri pirasa,
patates, tahillar, deniz ürünleri ve domates..
SELENYUM:Savunma sisteminin güçlendirilmesinde katkida bulunur. . Kanserden
korumada etkilidir. Serbest radikallerin artigi durumlarda (sigara içilmesi,
hava kirliligi, ultraviole isinlari ve radyasyona maruz kalma) etkilidir.
Kardiyovasküler hastaliklardan korunmaya yardimci olur. Karaciger
fonksiyonlarinin korunmasina yardimcidir. Üreme yeteneginin korunmasini
saglar .
ÇINKO: Tüm mineraller vücut için önemli iken, çinko digerleri içinde en agir
isçilerden biridir. Çinko sperm üretiminde çok önemlidir. Çinko azligi . sperm
sayisi azligi ve testosteron seviyesinin azligina sebep olmaktadir. Geç
iyilesen kesik ve yaralar bedenin çinkoya ihtiyacini gösterebilir. Bu madde
yaralarin iyilesmesini hizlandirmakta önemlidir. . Hücreleri yenilemek ve
yenilerinin olusmasini saglamada çinko önemlidir.
Kaynaklari: Maden sulari, biftek, istiridye, hindi ,tahil ve baklagiller,
kahvalti gevrekleri, lifli yiyecekler.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 8660 ziyaretçikişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|